30 Kasım 2009 Pazartesi

Sansür


Baykuşum şu tipe bir bak. :)

iki film iki ben

Temizlik yapmanın benim için bir nevi meditasyon olduğunu farkettim. Lekeler, tozlar ve dağınıklığa odaklanınca herşeyi unutuyorum. Annem "yeter artık" diyipte çamaşır suyunu elimden alıncaya kadar devam ediyorum. Yorgunluktan kıpırdayamayaca hale gelinceye kadar.


Arife günü de aynı şeyi yaptım. Akşam saatleri işim bitince bilgisayarın başına geçtim ve tekrar (sanırım yüzüncü kez) "Fight Club" filmini izledim.

"İyi birşeyleri yok etmek istedim. Elime bir silah alıp, kendi türünün devamı için çiftleşmeyen pandaları vurmak istedim. Hiç görmeyeceğim Fransız sahillerini petrole bulamak istedim."

Bu filmi seviyorum. Tyler Durden ve Tim Burton'un çizgifilmlerinden fırlamış gibi gözüken Marla'yı seviyorum. İçimdeki kötü filmin sonunda Tyler'ın ölüşüne her seferinde biraz daha üzülüyor.


"Ben Jack'ın mahvedilmiş hayatıyım."



***


Bayramın 2. günü neden seçtiğimi bilmediğim bir filmi izledim. Filmi açıncaya kadar bilgisayar yüzünden ufak çapta bir sinir krizi geçirdim. Bilgisayarın kasasına ve masaya attığım yumruk neticesinde bugün bile bileğim ağrısa da film bitince uzun zamandır ilk defa içimde güzel hislerin kıpırdadığını hissettim.

Julie & Julia...İki gerçek hikayeye dayanan bir film. Zaman ve mekan farklı olduğu halde hayatları iç içe geçen iki kadının hikayesini anlatıyor.


Meryl Streep'e bayıldım bu filmde. Çok tatlıydı. O'nu izlerken gerçekten gülümsedim. Amy Adams ise çok sevimliydi. Yemek ve blog temalı ve benim çok beğendiğim bir film.

Genelde yapmadığım birşeydir ama izlemenizi öneririm. Bir kaç saatliğine de olsa benim bile içimi ısıtmayı başardı.

Bon Appétit.

29 Kasım 2009 Pazar







ppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppp


ppppppppppppppppppppppppppppp0frrrrrrrrrrrrrrrrrröööb




bu yaramaz işte kendini böyle anlatıyor




Küçük bey hakıında birşeyler yazmaya çalışırken geldi klavyenin üzerinden geçti ve kucağıma tünedi.


Hakkında daha fazla yazmak isterdim ama kolumun üzerinde uyuyor şu anda.


Küçücük kalbinin pıt pıt edişlerini hissedebiliyorum.




25 Kasım 2009 Çarşamba

Gaybana Geceler*

ressam;otto dix

Cumartesiye geçiş yapalı baya oldu. Saatin tam olarak kaç olduğundan emin değilim. Aslında tam kafamın üzerinde tik-tak sesileriyle bu derin sessizlikte beni deli eden eski bir duvar saati var. Ama ona bakmayı hiç istemiyorum...

Yazma alışkanlığımın başladığı yerdeyim şu anda. Babaannemin evi. Bu ev eskiden tütmüş soba, yanmış yemek, yaşlı babaanne kokardı. Kötüydü...

Şimdi ise lavantalı oda parfümü ve temiz çamaşır kokuyor. Fıstık yeşili duvarlarına temizlik hastası, tombik yengemin neşesiyle karışık hüznü sinmiş. Güzel denemez ama eskisinden iyidir.

Eskiden rutubet gibi kasvet akardı bu evin duvarlarından ve ben adım gibi eminim içimdeki kasveti burada kaptığımdan...

Odadan banyoya gidene kadar her adımda eski döşemeler acı çekermişcesine sesler çıkarıyor hala. Eskiden koyu renk olan kapılar bugün beyaz renkteler ama aynı gıcırtı sesi sabit menteşelerinde...

Bu gece yine 15 yaşındaymış gibi hissediyorum. Olmadıklarından emin olduğum ama yine de duyup çok korktuğum sesler var etrafımda. Çok korkuyorum.Kalbimin ağzımdan fırlamasına ramak kaldı. Dedem öldükten sonra, senelerce peşimde 5-6 sokak kedisiyle ayaklarımı sürüyerek geldiğim bu evden hep nefret ettim. Her gece korku içinde uyudum. Gecenin bir vakti garip sesler duyarak uyandım. Hele ki bir gece cesaretimi toplayıp dışarıya bakmasam orada birilerinin olduğuna yemin edebilirdim.

Korkak olduğum kadar cesurdum. Öyle olmaya mecburdum.

Babaanneme benziyorum gittikçe derdim. Uyuz atın yanında duran ya huyundan ya suyundan bir şey kaparmış ya... Erkek kardeşi gibi O da şizofren miydi acaba?

Uzun zamandır böyle korktuğumu hatırlamıyorum. 25 yaşındayım ve 15 yaşımdaki kadar çok korkuyorum. Bu evden nefret ediyorum. Ne zaman kapısına gelsem, dedemi göremeden geri dönüşlerim geliyor aklıma. Ne zaman o odaya girsem dedemin hasta hali geliyor gözümün önüne...

Eskiden bir lağım faresi çıkardı ben yattıktan sonra. Kapının arkasında dolanır dururdu. Girişteki kapıları kemirirdi. Eski defterime "Burada bir fare var, henüz kendisiyle tanışmadık ama ben ona Lütfü diyorum. Geçinip gidiyoruz." yazmışım.

En iyi becerdiğim iştir gülüp geçmek. Dalga geçmek halimle... Üzülmemiş, korkmamış gibi yapmak.

Bugün korkumu unutmak için değil korktuğumu yazıyorum. 10 sene sonra yine aynı odada... Aslında çocukken daha kolay anlatmaz mı insan korkularını? Büyüdükçe kendine yediremez kaçar hani anlatmaktan....

Gözlerim acıyor. Cam kırıkları var sanki göz kapaklarımın içinde. Biraz uyusam iyi olacak ama önce camın altında garip sesler çıkaranları kovalamam gerek.


*Gaybana Geceler'i Onur Akın söyler bende yıllardır severek dinlerim.

Akşam Vakti İnce Sazda*

resim;toygun orbay

Ayın kaçı olduğu konusunda hiç bir fikrim yok. Ama bugün günlerden Cuma. İş yerinden bir saat geç çıktım. İşim olduğundan değil. Oturdum ağladım biraz. Biraz hiç düşünmeden oturdum. Bir kaç sigara içtim. Aslında eve gitmeyi, İstanbul'un kalabalığının arasına karışmayı erteledim bir saat.

Her neyse... Şu an Cuma akşam trafiğinin ve okuduğum 225 sayfasından tek bir kelimeyi bile anlamadığım, aklımda tutamadığım kitabın orta yerindeyim. Ama yolu henüz yarılamadı bile otobüs. Daha çok uzun bir yol var önümde ve geçtiğim her semtin kendine özgü bir trafik sıkışıklığı. Bu trafik sıkışıklığı bende kalp sıkışmasına, ruhsal bir daralmaya sebep oluyor.

Kitaptan hiç birşey anlamamam konusuna gelince, onu tamamen yazarın kötülüğüne veriyorum. Zaten karma karışık olan ülkenin yakın tarihini 50'li ve 80'li yıllar arasında Heidi misali oradan oraya zıplayarak anlatıyor. Yok, hiç olmamış. Ben bu kitaptan birşey anlamıyorsam bu tamamen yazarın suçu.

Yazmaya başlamadan evvel annem aradı. "Bu gece yengenle kalacaksın. Amcan yok korkuyormuş yalnız kalmaya." dedi.

Bende telefonu kapatıp işte hayatımın cümlelerinden birisi dedim.

Babaannenle kalacaksın! Kardeşine bakacaksın! Geleceksin diyorsam geleceksin! Gideceksin ben istediğimde! İyi bir arkadaş-dost olacaksın! Halanın çocuklarına bakacaksın! Çalışacaksın eve bakacaksın! Gülümseyeceksin! Her zaman mutlu olacaksın! Sigortan varsa dünyayı götüne takmayacaksın! :)

Abla özel bu ne bakıyorsun yazdıklarıma yahu!!!

Neyse abla defterimin içine düşmeden kitabıma ve hiç birşey anlamamaya döneyim ben.... Bu arada böyle trafik sıkıştığı anlarda oturduğum yerde bir sigara yakmak geliyor içimden. On senedir sigara içmeme rağmen şu anki kadar sigara istememişti canım.


*Akşam vakti ince sazda, Ezgi'nin Günlüğü söyler. Dinlenesidir.

24 Kasım 2009 Salı

Aklım Nerede Benim?

Şimdi bir silah verseler elime hiç düşünmez yapardım resimdekinin aynısını. Yalnız benim kafadan kelebek değil beynimi kemiren kurtlar dökülürdü herhalde.

Fight Club filmini izleyenler bilir. Filmin son dakikalarında kahramanımız, hayali kötü dostu Tyler Durden'i öldürmek için kendi kafasına sıkar. Ben de içimdeki gerzek ölsün diye her an aynı şeyi yapabilirim. Sonuçta O'nda işe yaramıştı.

Aşağıdaki videoda bahsettiğim sahne mevcut. Hem de "Where is my mind?" eşliğinde...




Bu arada film en sevdiğim ve milyonlarca kez izleyip yine de bıkmadığım tek filmdir.

23 Kasım 2009 Pazartesi

klik

Eskisi gibi fotoğraf makinasını elime almıyorum. Ama geçen gün annemle Pıncır'ı bahçede bu halde görünce dayanamadım. İki aşığı suçüstü yakaladım. :)

Soru:


Bu gençlik niye "picama"yla dolaşıyor sokakta?

22 Kasım 2009 Pazar

^


Güzeldi... Lauren Graham hatırına...

Çok sevdim...

Şu an hala uyuyor kitapların üzerinde kıyamadım uyandırmaya.

Ortalık dağınık. Kafam gibi... O'nunsa umrunda değil.

Gel de kıskanma...

birpazardaböylecebiter

20 Kasım 2009 Cuma

Oynayacağım ama yerim dar


Ya da tilkinin kürkçü dükkanı hikayesi mi cuk otururdu buraya.

Aslında söyleyecek pek sözüm yok. Tek bir cümleyle açıklayabilirim halimi;

Kaybediyorum şu sıralar sürekli.


Mesela köpeğimi kaybettim. Şeker'den sonra Acıbademli de gitti.
bir sabah yumdu gözlerini açmadı bir daha




13 Kasım 2009 Cuma

Fotoğrafını gönderdim, bir kaç gün sonra Şeker Hanım takvime kabul edildi diye geri döndüler.
Diğer kedilerimin fotoğraflarını da yollayacaktım ama Şeker'in hastalığı falan derken kaldı öyle.

27 Ekim'de bize veda eden güzel kızım Giller takvimlerinde 2010 27 Ocak'ta.

Ofisteki diğer masada ise takvim 2009 Eylül ayında kalmış. Şeker kızım oradan da bana bakıyor ürkek gözleriyle.

Tescilli güzeldi benim kızım.


ikinoktaüstüsteparantez


Terbiyesiz, üstüne alkolik horoz.
Ben çok gülüyorum bir kaç gündür buna. Erdil Yaşaroğlu sen çok yaşa emi :)

12 Kasım 2009 Perşembe

aynen


Ne garip bir kelime "aynen" ard arda birkaç kez söyleyince hepten acayipleşiyor.

- Çok canım sıkkın çok bunaldım, daraldım offf!!
- aynen...
- Acayip derecede içip sarhoş olasım var.
- aynen...
- Deli gibi gülmek istiyorum. Sonra ağlamak içim boşalana kadar..
- aynen...
- Sonra dans etmek istiyorum bayılana kadar.
- aynen yaa ...
- Bir akşam bizde toplanıp içelim.
- aynen...
- Senin kendi düşüncen yok mu her dediğime aynen aynen !!!!!
- offf ne bilem düşünmüyorum ki ben artık.
- Düşünmüyor musun?
- O halde yokum.
- Ne????
- Bi sigara versene.
- Acayipleştin iyice.
- Aynen...


Post(er)

1 MAYTunchan KalkanTurkey

BACKPACKMartha Angélica Rojas PérezMexico

GUNMarcin Dubiniec & Maksym MatuszewskiPoland

Çok alakasız bir şey için internet aleminde dolanırken bu güzel posterlere rast geldim.Sitede aids, savaş, küresel ısınma gibi konularda yapılmış çok güzel, çok yaratıcı işler var. Anladığım kadarıyla her yıl bir yarışma düzenleniyor. (Kıt ingilizcemle o kadar anladım ne var? Akşam kardeşime çeviri yaptırtıp fazlasını da anlayacağım. Gelmeyin üstüme ya. :))

İnsanların benim gibi boş işlerle uğraşmayıp böyle yaratıcı işler yaptığını görmek içimi açıyor.

Bir göz atın, olmadı parmak atın. Beğendim ben şahsen bizzat kendim.

2007 Galeri


2008 Galeri

11 Kasım 2009 Çarşamba

tekrar tekrar ve tekrar

ofiste kimse yok aynı şarkı bilmem kaçıncı kez hemde baya yüksek sesle çalıyor biliyor musun bu şarkıyı ilk duyduğumda vurulmuştum bu grubu bu şarkıyla keşfetmiştim şarkı sen tanrının hatalarından birisisin diye başlıyor yani daha ilk saniyede çekiyor tetiği dağıtıyor adamın beynini üç gündür sigara içmiyorum çünkü bakkala gitmeye üşeniyorum akşam çıkarken önünden geçiyorum içeri girip bana bir winston light verir misin demeye üşeniyorum aslında şarkının bilmem kaçıncı kez çalmasının nedeni değiştirmeye üşenmem acayip bir boşvermişlik var üzerimde korkutuyor bu halim bazen beni sonra ona da boşveriyorum boşvermişim boşvermişim boşvermişim dünyaya ağlamak istemiyorsan sende boşver dünyaya sanki bu şarkının bir anısı var ama hatırlamaya da üşeniyorum şimdi birini arayıp başsağlığı dilemem lazım birini arayıp geçmiş olsun demem lazım birine geçmiş olsun ziyaretine gitmem lazım kedilere mama almam lazım herşeye herkese yetişmem lazım herkesi memnun etmem lazım çok çalışmam lazım

bu bir veda şarkısı its a song to say goodbye





9 Kasım 2009 Pazartesi

!



Canım ciğerim Baykuş'um beni mimler de cevapsız bırakır mıyım? Bırakmam elbette. :)

Düşündüm taşındım, "hayatımda iz bırakan kokular" denilince şunlar geldi aklıma;

Benim parfüm, deodorant ve benzeri şeylerle pek aram yoktur. Bir kere kullandığım parfümü ikinci kez kullanamam çünkü midem bulanır. Hatta genelde şişenin yarısında mutlaka evden uzaklaştırırım. Ama sevdiğim insanlarla özdeşleşen parfümlere sözüm yoktur. Mesela az önce yanıma uğrayan AstalavistA'nın parfümünün hastasıyım. :)

Hacı yağı kokusu; aslında ne kadar da kötü kokar değil mi? Ama dedemde öyle kokmuyordu. Bembeyaz sakallarının arasına gömdüğümde yüzümü, o kokuyu içime çekince, dünyanın en güvenli yerinde hissederdim kendimi. Bana sevildiğimi hissettiren insandı. Hala gözlerim dolar ne zaman o kokuyu duysam.

Babamın kokusu; Aklıma her zaman Emel'in babasını kaybettikten sonra "sen gelince eve dolan mazot kokusunu özlüyorum" diye yazdığı geliyor. Babanın kokusu herşeyden başka oluyor. O'nu da çok kırdım ben bu sene...

Dost kokusu; Uzak olan koku. Özlenen...

Hanımeli ve akasya kokusu; çok ayrıdır, çok farklıdır beni gülümseten, mutlu edendir.

Pıncır'ın kokusu; kedi kokusu demiyorum. Fındık ya da Şeker de demiyorum dikkatinizi çekerim. Pıncır hakikaten çok güzel kokuyor. Kardeşimde benimle aynı fikirde üstelik yani bana öyle gelmiyor. Köpek, kedi, tavuk, karga bir sürü hayvan besledik ama Pıncır başka. Çok özel.

Browni kokusu; tatlıyla, püskütle, abur cuburla falan pek arası olmayan bir insanım. Ama Eti Browni Allah'ım ne büyük nimettir o. Tutkudur benim için. Aşktır. :) Çevremdeki hemen herkes bilir bu aşkımı. Ve benim duymaktan en çok mutlu olduğum söz "Senin için browni aldım." sözüdür. :))

Plastik kokusu; bana daha önce çalıştığım iş yerimi hatırlatır. Tüylerim diken diken olur. Nefret ediyorum hala oradan.

Balık kokusu; Sevmiyorum. Nefret etmiyorum ama sevmiyorum da.

Eski kitapların kokusu; koklamaktan okuyamadığım kitaplar olmuştur. :) Çok severim kitap kokusunu ama eskidikçe daha da güzel kokar kitaplar farkettiniz mi hiç?

Samsun216 + tütün kolanyası kokusu; Annemin babasının evi her daim bu ikisinin karışımı kokar. Nefesimi tutardım hep orada. Pek yakın olamadık hiç bir zaman O'nunla. Evinin kokusu gibi huyları da kötüdür kendisinin.

Çamaşır suyu kokusu; seviyorum yalan yok. Anneme göre bir gün ölümüm çamaşır suyundan olacak. Ama o çamaşır suyunun hijyen kokusu var ya hiç bir şeye değişmem. :)

Abimin kokusu; kadın parfümleriyle aram pek yok ama erkek parfümlerini severim. Özellikle abimin seçtikleri her zaman güzeldir. Ve benim abim tanıdığım her daim güzel ve temiz kokan nadir adamlardandır.

İncir ağacının kokusu; Dedemin bahçesinde kocaman bir incir ağacı vardı. Tepesine kadar tırmanır hayallere dalardım. Cumartesi akşamı uzun zamandan sonra ilk kez bakabildim eskiden bahçenin olduğu yere. Kesildi incir ağacı yıkıldı benim hayal bahçem.

Tavan arasının gizemli kokusu; gündüzleri bile karanlık olan, küçücük camından içeri sızan ışıkta toz zerreciklerinin dans ettiği, kaderine terkedilmiş bir sürü eşyanın bilinmez sonunu beklediği tavan arası. Korkarak çıkardım ama oraya adımımı her attığımda dünyanın geri kalanını unuttuğum yerdi. Toz, örümcek ağı, eski kitap, dergi, babaannemin eskiden çorap ördüğü ipler, eski video, televizyon, eski kıyafet aslında özetle geçmiş kokardı tatlı tatlı.

Sobanın üzerine konan portakal kabuklarının kokusu, kızarmış ekmek kokusu, ağaç kokusu, sadece yağmurdan sonra değil her daim toprak kokusu, çimenlerin kokusu, ahşap ev kokusu, acı biber turşusunun kokusu, yeşil biber kokusu, dalından koparılan domates kokusu, tarhana kokusu, yazın evlerin mutfaklarından gelen kızartma kokuları, aktarların kokuları, marketlerin temizlik reyonu kokuları, çok sevdiğim kokulardır... Dereotunun kokusundan nefret ederim. Bir de şu tuvaletlere asılan "ernet" kokuları. Ne iğrençtir yahu. Sidik koksa daha iyi tuvaletler. :))

Bu kadar aklıma gelenler. Yazarken içimin çok acımasından ve kokuların çoğunun O'nu hatırlatmasından dedemi çok özlediğimi farkettim. Geçen bayram mezarına gidip "Niye bu kadar erken gittin?" diye O'nu bile azarladığımı hatırladım. Ama yalan değil kızgınım işte O'na da.

Ben de pasımı öncelikle arkadaşım "AstalavitA"ya atıyorum. Patronundan ve sevgilisinden fırsat bulursa yazar umarım. :) Sonra "Creep" kırmazsın sen beni. (Bu "kırmazsın sen beni" sözü de zorlamanın kibarcası sanki :)) En son olarak da "delivedolu" diyorum.

Kırmazsınız herhalde beni :)


Aslında öğlen tam 12:00 de buluşacaktık ama ben geç kaldım yine. Ben geç kalacağım için O da başka bir yere uğrayınca bir saat gecikmeyle buluştuk.

Evden de öyle bir çıkışım vardı ki. Ayakkabılarımı bulamadım. Akbilimi bulamadım. Fotoğraf makinamı unuttum. Bana daha önce gönderdiği cdleri unuttum. Sürekli her yere geç kaldığım ve azar işittiğim için acayip telaş yaptım.

Neyse ki geç kalmadım. Kadıköy'de denize nazır bir banka oturdum, çingenelerin kavgalarını, gülüşmelerini izledim, ağıza alınmayacak küfürlerini dinledim beklerken. Çok güldüm bir tanesine. Hoş bir yandan da "güldüğümü görse kesin beni döver" korkusu da iliklerime işledi. En favori sözleri "kocan ölsün senin emi" :)

O vapurdan indikten sonra benim olduğum yere geldi. Nasıl tanırım endişesi var tabi. Ama tanıyor insan. Baktım geliyor karşıdan takım elbisesi, gözünde güneş gözlükleri falan gayet hoş. Sonra dedim benim için bu kadar şık olmana gerek yoktu. Zaten senin için değil akşama bir yemeğe davetliyim diyince bir kötü oldum sormayın. :))

İçelim mi dedik ama sonra benim midem allak bullak olduğu için içmeye yanaşmadım. Kadıköy'ün meşhur balonunun altında oturduk. (İki adet meyveli sodanın ard arda içilmesini önermiyorum. İşin kötüsü tuvaleti de bulamadım orada. Erkekler tuvaletini buldum ama o da pek hoş gözükmüyordu. :)) Sonra sağolsun güzel bir yemek ısmarladı bana. Çok mu beleşçiyim neyim. :)

Düşündüğümden çok daha uzunmuş. Ben evden çıkarken düz ayakkabılarımı bulamayınca topuklu ayakkabılarımı giydim, sonra çıkardım kısa kalmasın yanımda diye. Niye böyle bir kanıya kapıldım bilmiyorum ama feci yanıldım. :)) Hayır uzun boylu biri de değilim ki. :)

Çok güldüm. En sıkıldığım anlarda bile güldürüyor beni sağolsun.

Dedikodu yaptık biraz. Biraz ama biraz. :)

(Ayhh az önce içeri bir kız girdi broşür bırakmak için Allah'ım o ne güzellikti. Höööh. Dibim düştü resmen.)

Ne diyordum. :)))

Ben çok güzel vakit geçirdim. O'nu bilemem. Bu arada O, Creep.

Teşekkür ederim herşey için.



eee bir de şunu söylemek istiyorum.

AYÇA SEN BİZİM HERŞEYİMİZSİN. :)))

4 Kasım 2009 Çarşamba

Bakış Aşısı


"Domuz gribinden nasıl korunmak lazım? Aşı olmalı mıyız? Olmasak mı lan yoksa? Kesin bir şey vardır bunun içinde. Dış mihrakların işi hep bunlar. Biraz bekleyelim yaptırmadan önce ölen olmazsa biz de yaptırırız. Ben hocaya gittim muska yazdı önlemimi aldım. Zaten cenabet insanlar ölür domuz gribinden bize birşey olmaz. Dün doktorun biri Seda Sayan'a çıktı aşı yaptırmayın dedi. Sağlık bakanı yaptırın diyor. Emre Altuğ'la Çağla Şikel'in oğlu olmuş. Başbakan ben yaptırmam lan hööyyt dedi."

Başka ülkelerde de yaşanıyor mu acaba? Ya da biz miyiz sadece bu kadar telaşlı olan?

Sabahları dinlediğim radyo programcısı bu sabahı "Aşılansak mı? Aşılanmasak mı?" konusuna ayırdı. Enfeksiyon ve mikrobiyoloji uzmanı, kulak burun boğaz doktorları aradı. Toplamda dört doktor konuştu. İkisi risk grubundaysanız aşı olun derken diğer ikisi olmayın dedi.

Az evvel gazete okurken, Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın aşı olurken objektiflere sırıtan fotoğrafını gördüm.

Aklıma Çernobil faciasından sonra çaylarda radyasyon yok diyerek kameralar karşısında çay içen ve daha sonra kanserden ölen adını şu an hatırlayamadığım bakan geldi..

Bir kaç gündür otobüslerde maskeli, eldivenli insanlar görmeye başladım.

Geçenlerde iki teyze hapşırdım diye bana yol boyu cüzzamlı gibi baktı. Otobüsten atacaklar zannettim.

Dün akşam haberlerde ard arda dört ya da beş haber domuz gribi ile ilgiliydi.

Her kafadan farklı bir ses çıkıyor. Galiba durum biraz elimize yüzümüze bulaştı.

Domuz gribi aşısından evvel doğru düzgün bir bakış aşısına ihtiyacımız var. Olmadı Başbakan çıkıp iğneleyici birşeyler söylesin.


Bu arada karikatür Yiğit Özgür'e ait.




3 Kasım 2009 Salı

his!

.
.
.
bir şemsiye gibi hissediyorum kendimi
ben üzerine yağan her yağmurda kurtarıcın oluyorum sen ise yağmur bitiminde beni bir köşede unutuyorsun
.
.
.
beni yağmur değil de
kimsesizlik
ıslatıyor
.
.
.
tabi ki sen bunu görmüyorsun

2 Kasım 2009 Pazartesi



illa ki iki arada bir derede yaşanacaksa,
kışın soğukluğuyla, kedilerin sıcaklığında
yaşayayım ben.