20 Kasım 2012 Salı

Hastalık Kafası/Saç-malık Kafası

Hayatımda ilk defa saçlarımı kestirdiğim için her sabah delice bir pişmanlık duyuyorum. Tabi bu pişmanlığın nedeni yakında ağabeyimin düğünü olması ve saçımı topuz yaptıramayacak oluşum.

Yok lan daha neler. Saçmalama allasen.

Dünyanın en kötü saçlarının verilip bir de üzerine kadın olarak yaradılmış olmam, dünyada insanın girmesi gereken testlerden birisi sanırım.Hoş zaten saçı aslında ele güne göstermememiz gerek, belki de bu hal bunun için bir işarettir. Bilemiyorum. Zaten bu konuda çok bilgili bir insan değilim. Ağbimlerin imam nikahını kıymaya gelen hoca da "32 farzı tekrarlayalım belki aramızda bilmeyenler vardır" derken de bana baktı zaten. Sanırım tırnağımdaki mavi ojeler O'nda böyle bir izlenim bıraktı.

Hoş o günün sabahında yol arkadaşım Dilek, (ki Dilek dediğime bakılmasın ablam olur da böyle kafa dengi, hatta kafada bir iki tatlı kırık olan, kafası güzel insanlarla arama mesafe koymaktan pek hoşlanmıyorum.Amma çok kafadan bahsettim.) kuru kafalı şalıma (ısrarla kafa demeye devam ediyorum), mavi ojelerime bakıp "işte bu yüzden birini bulamıyorsun erkekler korkuyor senden" mavi oje baya dert oldu başıma. Ama yine de kırk küsür ojemin arasında en sevdiğim kesinlikle odur. Kim ne derse desin seviyorum seni Pastel 23 numara.

Of saçlardan bahsediyordum, ojelere ne zaman geldim. (Laf arasında kırk küsür ojem olduğunu da belirttim bak kaçırma bunları. Takıntı işte.)


Aman bir kadının en büyük derdi saç baş zaten değil mi? Aslında değil. Tamam saçına, başına, dış görünüşüne takıntılı çok kadın tanıdım ama hepsi öyle değil. Bunu da sabah otobüste gördüğümüz kadının bıyıklarından anlıyoruz. Herkes o kadar takıntılı değil.

Yalnız o değil de bir ara içimden "şu bıyıklara rağmen o bile evli" diye geçirmedim desem yalan olur. Son zamanlarda üzerime biraz evde kalmışlık çöktü de üzerinize afiyet.

Saçlar ya saçlar aaaa yolacağım şimdi saçımı başımı. Kadın milleti işte ne yapar ne eder mutlaka her konunun içine derdini tasasını ekler anlatır rahatlar. 'Yolacağım' dedim de biraz yapmacık oldu sanki. Konuşur gibi yazmaktan da pek hoşlanmıyorum ama bir saç yolunacak ise 'yolaaacamm' diyerek yolunmalı sanki. Okunduğu gibi yazılmalı bu fiil.

O değil de hiç bir şeye üşenmiyorum saçımı boyamaya üşendiğim kadar. Benim üşengeçliğim miktarı kadar da beyaz saç var kafam da. Şimdilik bunları kafama takmıyorum ama toplumun kabul ettiği "saçını boyamama" yaşına gelmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. Çünkü ben ne zaman kendi haline bıraksam çevremde "daha yaşın kaç başın kaç ilerde yaşlanınca boyamazsın" diyor. Direndiğim anda elinde boya ile kapımda beliren bile var.

Mahalle baskısı gerçekten çok feci bir şey.

Feci olan bir diğer şey ise hafta sonu süper enerjik olmam gerekirken benim salya sümük hasta olmam. Hiç mecalim de yok. Son iki saattir tuvalete gitmek için enerji toplamaya çalışıyorum. (Sanırım altıma işeyeceğim.)

Öğlen bol limonlu mercimek çorbamı içerken (ki mercimek çorbasına gereken özen hasta olmadıkça gösterilmiyor. Vefasızız hasta olmasam düşerdim peynir ekmeğe. Vefa yalnızca bir semt ) Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler kitabına başladım ve iki saatte bitirdim. Ben bu sene hiç doğru dürüst kitap okumadım. Resmen hasret kalmışım güzel kitaplara. Sırada bir Murat Menteş, bir Alper Canıgüz kitabı ve Dexter serisinin ilk kitabı var. Ne deniyor bu adamlara yeni dönem türk yazarları mı desek ne desek pek seviyorum yazdıklarını. Dexter da ailemizin seri katili zaten ailecek seviyoruz. Annem bile dün akşam "Senin Dexter İstanbul'daymış kızz o kadar bakıyorsun gelmedi mi bi yanına" diye soğuk espirilerinden birini yaptı.

Düne oranla daha kötü hissetmemin bir sebebi de bu olabilir. Böyle durumlarda cidden fiziksel bir buz kesme durumu yaşıyorum. Annem de sağolsun çok başarılı bu konuda. Duysa alınır da şimdi çok da alıngan oldu yaşlandıkça. Ama Mustafa abinin eline kimse su dökemez. Yılbaşında "seneye görüşürüz" espirisi yapmadığı gün ölecek kendisi. Gavur bloglarına bak bütün hepsi yeni yıl modunda civil civil bütün insanlar. Ben de burada depresyona girdim "aynı espiriyi yapıp yine çok gülecek Mustafa abi çok az kaldı" diyerekten.

Burnum da zaten yeterince dikkat çekici değilmiş gibi bir de kıpkırmızı oldu. Sanırsın Noel Baba'nın gözlüklü geyiğiyim.

Ateşim mi var ne ?






15 Kasım 2012 Perşembe

"Yatağın ucunu kıvrılmış kedi" diye bir şey yoktur. Eğer bir evde kedi varsa yatağın ucuna kıvrılan insan vardır. Misal ben.

Dün bütün ısrarlarıma ve ricalarıma rağmen bir milim bile yerinden kıpırdamayan Fındık ve Pıncır yüzünden berbat bir gece geçirdim. Zaten dinlenememek gibi bir problemim var. Üzerine tuz biber oldu bu durum.

Sabah da bir süredir ortalıkta görünmeyen cam önü kedimiz, tosunumuz Tarçın'ın bizim kömürlükte olduğunu ve ön ayaklarına bir şey olduğunu ve üzerine basamadığını farkettik. Sanırım birisi bir şey yapmış hayvana. Kimbilir kaç gündür orada aç susuz zavallım.

Daralıyorum böyle olunca. Yaşama isteğim, enerjim elimden avucumdan akıp gidiyor. Her şey aksi gidiyor.

Yapacak çok şey var hiç bir şey yapacak takatim yok.  İsteğim yok.

Bir de her Kasım hedeflerimin suya düştüğü ay oluyor. Hayatım tekerrürden ibaret sanırım. Hayatım bir saçmalıktan ibaret. Evrenin gönderdiği mesaj çok açık. Aslında hep olan buydu 10 senede ne değişti ? Hiç bir şey.

Mutluluğun sırrını buldum. Hayal kurmaktan vazgeçtiğim an çok mutlu olacağım.




 



14 Kasım 2012 Çarşamba

Canım Orhan Veli



"...
heeey
ne duruyorsun be, at kendini denize:
geride bekliyenin varmış, aldırma;
görmüyor musun, her yanda hürriyet;

yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
git gidebildiğin yere..."

5 Kasım 2012 Pazartesi

Ay Lav Zombies, Ay heyt Hospitals

Bir Cumartesi gecesi, film falan öyle şeyler..

Kardeşim sayesinde tanıştığım ve oynamayı becerip, çok sevdiğim oyun olan "Left 4 Dead" sayesinde zombilere olan sevgimi keşfettim. Tabi sevgi demişken oyunda gidip zombileri kucaklamıyoruz. Elimizde çeşit çeşit silah aağğzını burnunu kırıyoruz.

Ben oyunla mutlu bir beraberlik yaşarken, bir de üzerine  The Walking Dead dizisini keşfettim. (Yine kuzen-kardeş takımım sayesinde.) O gün bu gündür zombilerin olduğu her yapıma olan sevgim kat be kat arttı. Zombi gördüğüm her filmi oturdum izledim. Hiç de sıkılmıyorum aynı hikayeyi izlemekten. Aslında zombilerden ziyade tüm dünyanın, düzenin yıkılması, paranın, işin sorumlulukların yok olması fikri hoşuma gidiyor. Medeniyet dediğin de tek dişi kalmış canavar zaten..

Zombi aşkımı anlattığım bir abim "mutlaka 28 Gün Sonra filmini izlemelisin" dedi. Film izleme özürlü bir insan olarak uzun zamandır aklımda, izlenecekler listemde olan filmi Cumartesi gecesi uyku tutmayınca, yapacak da bir şey bulamayınca oturdum izledim.

İzledikten sonra da ilk tepkim "bu muymuş lan çok güzel film!" oldu. Bir kere zombi değil oradakiler kuduz gibi birşey. Kandırıldım! Yine tüm düzen yok oluyor falan ama burada normal insanlar silahlanıp kuşanmak yerine orduya bırakıyor her şeyi. Sonra hastalık pörtleyince ordu hastalık bulaşmamış insanlar var mı yok mu diye bakmadan koca Londra'yı yakıyor. Sevmedim.

İMDB'de filmin aldığı puana bakayım dedim ve işte o zaman bir aydınlanma yaşadım. Yanlış filmi izlemişim.  Filme bakıyorum, oyuncuların benim izlediğim filmdekilerle alakası yok. Ama afiş aynı afiş.(aynı değil çok benziyormuş) Eee 28 mevzusu benim izlediğim filmde de vardı. Ne oluyor burada! derken bir süre "error" verdi beynim.

Sonra  farkettim ki; 28 Gün Sonra filmi 2002 yılında çekilmiş ve daha sonra 2007 yılında devam filmi niteliğinde 28 Hafta Sonra filmi çekilmiş. Ben de gün diye haftayı izlemişim.28'i bulunca 'days'miş 'week'miş  bakmamışım. Filmin adında 'gün' geçip de de olaylar olayların 28 HAFTA sonra başlaması da bana hiç koymamış.Gecenin ikisinde o kadar çalışıyor kafa demek. E lazlık da var serde biraz.

Bu talihsizliğe, filmi pek de sevmeme rağmen ilk filmi de izlemek için kenara koydum.Şimdi çok da haksızlık etmeyelim bi Alex değil ama fena da değil hani. Ayrıca ilk filmin yönetmeninin farklı olması belki ayrı bir tat alabilirim umudu yaratıyor.

Zombisiz geçen gecemin hayal kırıklığı içimi yakıp küle çevirmesinin etkisi ile olsa gerek, hani ağlamaya da bir bahanem olsun diye bir dram izleyeyim dedim ve Joseph-Gordon Levitt hatırına 50/50 filmini izledim. Sırt ağrısıyla doktora giden ve kanser olduğunu öğrenen 27 yaşındaki bir gencin hikayesi anlatılıyor filmde. Çok şahane bir film diyemem zombisiz filmin yarattığı hayal kırıklığı üstüne tuz biber oldu.  Heaaa!! ağladın mı dersen ağladım. Gözyaşlarımı (sümüklerimi) sildiğim tişörtümün kolları o kadar ıslandı ki yatmadan önce değiştirmek zorunda kaldım. Ağlayasım varmışsa demek. Biraz da tırstım mı ne hemen hemen aynı sebepten yarın doktora gidecek olmam ve yaşın 27 olması falan.

Bu hafta daha başlamadan hiç sevmedim diyordum. Hastaneye gitme derdi yüzünden olsa gerek. Zaten nasıl bir gazla aldıysam o randevuyu. Gitmesem mi? Zombilerle dolu bir dünyada yaşamak güzel olabilir diye düşünüyorum ama acil olmadığı, zorla götürülmediğim sürece hastaneye gitmekten hiç hoşlanmıyorum.

Hastane mi zombi mi dersen kendimi zombinin kucağına atarım.