31 Mayıs 2010 Pazartesi

Biraz Mutluluk

Geçtiğimiz hafta koşuşturmaca, hüzün, ayrılık, otogar, gözyaşı, kucaklaşmalar, askerlik anıları, asker anaları arasında geçti. İki kuzenimi bir gün arayla askere yolcu ettik geçen hafta. Araya bir de kızlarla akşam yemeği sığdırdım. Bu kadar yorgunluğun ve hüznün arasında geçen hafta beni çok mutlu eden bir şey de oldu. İnternette tanışıp, beş sene boyunca sadece internet üzerinden konuştuğum bir arkadaşım beni ziyaret geldi.

Aslında İstanbul'a geleceğimden haberim vardı ama hiç arayıp sormayınca bana uğrayamayacağını düşünüp ümidi kesmiştim. Ama öğlen saati birden bire ofisten içeri girince ufak çaplı bir şok geçirdim.

O'nu görmek çok güzeldi. Bir yandan da garipti. Bu kadar seneden sonra ve o kadar çok şey paylaştıktan sonra uzaktan uzağa, birden yakınımda olması inanılmaz geldi. Benim çeneme vurdu şaşkınlığım, o ise durup durup "inanamıyorum hala!" dedi.

O en çok başını ağrıttığım, en çok sızlandığım, bir şeyler paylaşabildiğim nadir insanlardan birisidir.

Çok da zariftir ayrıca, daha önce bana kitap gönderirken kurumuş hanımeli çiçekleri yollamıştı kitabın arasında ama bu kez taa Bornova'dan bana canlı canlı mis gibi hanımeli çiçekleri getirmiş. Çünkü ben bir akasyaları bir de hanımeli çiçeklerini çok severim. Ağzım kulaklarıma geldi mutluluktan. Hediye ettiği kitabında bunda etkisi var tabi. Sanırım beni dünyada en çok sevindirecek hediyeleri tek seferde tutuşturdu elime. Kitap ve hanımeli çiçekleri.

Zor bir haftanın sonunda ilaç gibi bir mutluluk geldi İzmir'den masamın üzerine.

İnternet o kadar da kötü bir şey değil aslında. :)

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Sakin Bir Hafta Sonu Diliyorum



Dün akşam saat dokuzda yatıp, bu sabah saat onda kalktım. Öylesine yorgundum. Yorgun haftasonumdan sonra dün akşam haricinde hiç bir akşamı evde yayılarak geçiremedim. Aslında yakınlarda inşaat çalışması olmasa eminim daha da uyurdum ama iş makinelerinin sesini duymazdan gelmek imkansız gibi bir şey.

Şimdi sakin bir hafta sonu geçirmeyi diliyorum kendim için.

Bu şarkı da tüm sevip de kavuşamayanlara gelsin Ümit Besen söylüyor; Aynı anadan mı doğduk /Aynı babadan mı olduk/ Bana abi deyip durma/ Severken kardeş mi olduk...

Değil.

Dinleyin ve özellikle izleyin.  

Oren Lavie diye bir adam söylüyor. Her morning elegance..

The Simpson's çizgi filminin en sevdiğim karakterlerinden biri olan Mr. Burns tonlamasıyla söylüyorum ;

Excellent!!

27 Mayıs 2010 Perşembe

Beslenir ki bu!



Normalde çocuk görüp "ayyhh canııımm anam yiriiim ben bunu agucuk bugucuk" şekline girmem. Çok fazla çocuk sevdiğim de söylenemez. Ama bu velet var ya bunu bizim kapıya bıraksalar alır beslerim. 


Bayılıyorum ben buna yahu :)


Söylediği şarkının aslı da şu ; Jason Mraz - I'm Yours








26 Mayıs 2010 Çarşamba

Bir Teselli Ver!

Ben genelde arkadaşlarımın %99,99'una, otobüste falan tanıştığım tek porsiyonluk arkadaşlara, teyzelere, amcalara, aile büyüklerine falan psikologluk, Güzin ablalık, ne bileyim işte Haydar Dümen'lik falan yaparım. Ama iş kendi içimi dökmeye gelince kurur kalırım. Pek yetenekli değilim yani içimi dökmek konusunda. 


Neyse efenim ben bir ara aşık oldum ama ilk defa böyle bir garip oldum. Fenalardayım. Gemisi kuvvetli bir fırtınaya tutulmuş kaptan gibiyim. Çünkü ben aşk değil, mantık insanıyım. Karşımdaki adam mantık sınırlarımın dışında. Bu nedenle de iki arada bir derede kaldım. Aşkım, mantığım derken de adamı başkasına kaptırdım. Tabi ben bunları yaşarken en yakın arkadaşlarıma bile hiç bir şey söylemedim. İçimdeki fırtına bitince anlattım halimi. Atlattım içimdeki fırtınaları bir başıma. Tamam fırtına diniyor da ara ara dalgalanıyor insan. Zaten o dalgalı günlerde kıyıya vurdu içimdekiler. Öyle öğrendi arkadaşlarımda. 


Yine dalgalı günlerden birinde, Taksim'de, yine sevgili dostum Burcu tarafından seçilmiş garip bir mekanda üç kız arkadaş bira içiyoruz. 50'lik mi oluyordu büyük olan bardaklar, her neyse onlardan bir tane söyledim. Son yudumu da kafama dikip bardağı masaya bıraktım;


- Ben aşık oldum.  Dedim.


İki arkadaşın da aynı anda yaptığı ilk şey garsona seslenip "bir bira daha alabilir miyiz arkadaşa? " demek oldu. İçince anlatıyormuş bu açılsın biraz daha dediler. İçtim açıldım tabi baya. İkinci 50'lik birayıda içince nasıl açılmayayım.  Anlattım olanı biteni, içimi dışımı. Başka kadını falan anlattım dertli dertli. 


Ben böyle "gitti yiğidim, uçtu elimden, kaptırdım adamı başkasına, aslında olmazdı zaten onla, olsaydı keşke lan ühü ühü " modunda ve fazlasıyla çenesi düşmüşken ben, sevgili dostum Burcu sabırla dinledi beni ve ilk sözü;


- Boşver ya sevişiyordur onlar sadece.  oldu.


Burcu'ya baktım. O bana baktı. 


- ya bi s....r git Burcu. dedim. Nasıl teselli veriyorsun sen ya.. 


Burcu sağolsun o kadar çok güldüm ki bütün aşk acısı bir anda uçup gidiverdi. Duyduğum en ilginç teselli sözüydü.  


O akşam aşk acısından geçtim ama alkolle arası pek iyi olmayan bünyem yüzünden bütün akşamı da Taksim sokaklarında kusarak geçirdim. Akşam sonradan kalabalıklaştık. Tüm arkadaş grubumuz eksiksiz bir araya geldik. Nane-limon yaptırdılar bana. Onlar tabu oynarken ben yattım mindelere uyudum biraz. Geçti. :)


Her şey geçer zaten. Er ya da geç. :)


Bu da böyle bir anımdı. :)



Dinlenir ki bu!






Bir şarkı benim hislerimi ancak bu kadar anlatabilirdi. :)


Bu sabah Kankacığım sayesinde tanıştım "Multitap" grubu ile. Ama şu şarkıyı hayatımın marşı bile ilan edebilirim şu an. 


Severek dinlediklerim arasına hoşgeldiniz diyorum kendilerine. :) 






bir de böyle de bir sayfaları var;


http://www.myspace.com/multitaponline



25 Mayıs 2010 Salı

11. Alper Canıgüz - Gizliajans



Alper Canıgüz ismi nereden düştü aklıma bilmiyorum. Büyük ihtimalle kitabın kapağındaki kedi yüzünden aklımda kaldı. :)


Ne ararsan var bu kitabın içinde. Aşk var, uzaylılar var, Prens Charles var, Kaan Sezyum var, bir kedi var Şeytan Bey, atılgan var...



Gizliajans bir solukta okunan, insanı kasmayan, bol bol güldüren güzel bir kurguydu. Aklıma geldikçe gülümsememe neden olan kısım kahramanımızın ilk görüşte aşk halleri. Kitabın geneli okurken sürekli sırıtmama sebebiyet verdi zaten. Absürt bir komedi filmi gibi. 


Benim için eğlenceli bir kitaptı ve diğer Alper Canıgüz kitaplarını da okuma isteği yarattı. 



24 Mayıs 2010 Pazartesi

10. Elif Şafak - Bit Palas





Şimdi kucağımda koca bir kase yeşil erik ne yazsam diye ekrana bakıyorum. 


Bazı yazarlar var ki Noel hayaletleri gibiler. Hani Noel günü gelip de insanı elinden tutup geçmişe, bugüne sonra da geleceğe götüren hayaletler vardır. İşte o bazı yazarlar da öyle elinden tutup insanı başkalarının geçmişine, başkalarının hikayelerine götürüyor. Biz yukarıda bir yerde duruyoruz yazarla, aşağıdakilerin varlığımızdan haberi yok. Ve başlıyor yazar anlatmaya, ben ellerimi çeneme koymuş onları izliyorum. O hikayenin içerisinde ama onlardan çok uzaklarda bir yerde duruyorum. 


Elif Şafak da benim için bu hayalet yazarlardan biri. Elimden tutar götürür beni, bana uzak hikayelere. 


Bit Palas'ı okurken de aynı şeyi yaşadım. 


Geçmişine gittim önce Bonbon Palas'ın, sonra bugününde her dairesine göz attım, oradakiler neler yaşıyor gördüm. Onlarda benden bir şeyler gördüm. Onlar beni görmese de ben mahremlerine girdim...  Sonra onların bir geleceği yokmuş onu gördüm. Zaten bir varmış, bir yokmuş her şey.... 


"Saçmalık" ile başlayan romanın, şaşırtan bir sonu var. Bit Palas'ı en sevdiğim kitaplar listesine yerleştirdim. Okunmadık iki Elif Şafak kitabı kaldı şimdi.  




"...


Diyelim ki hakikat yatay bir çizgidir. Yani şöyle bir şey;



 ________________



O zaman yalan dediğimiz şey de dikey bir çizgi olur. Yani şöyle bir şey;
                         


Saçmalığa gelince, o da şöyle bir şeydir;

Ne yatay vardır çemberde, ne de dikey. Ne bir son Ne bir başlangıç.


Başlangıcı bulma sevdasına düşmedikçe, herhangi bir yerinden dalabilirsiniz çembere. Ama başlangıç adını veremezsiniz daldığınız yere.Ne bir milad, ne bir eşik, ne bir son durak..."

Bit Palas'ı okumayı aklıma sokan Çello Çalan Kedi'ye teşekkürler. 

:'(

Ağlamak istiyorum. 


Cuma gününün ertesi iki gün tatil olduğu için eve sevgi kelebeği, neşe topu, mutluluk güllesi şeklinde gittim. Çünkü bu hafta sonu için planım hiçbir şey yapmamaktı. 


Ama gel gör ki; Cumartesi günü şöyle yan gelip yatmadan evvel bizim odaya biraz çeki düzen vereyim diye sabah onda başlayan temizlik serüvenim akşam onda mutfakta bitti. Nefret ediyorum kendimden ve bu takıntımdan. 


Tek kârım gece yorgunluktan gece dörde kadar uyuyamayınca izleyebildiğim birkaç bölüm dizi ve iki film oldu.


Pazar günü sabah dokuzda bir curcunanın içine uyandım. Zaten gün ağarırken de Zekai beyin dışarı çıkası gelmiş ve uyandırmak için beni seçmişti sağolsun. Suratımda dolaşmasını kaale almayınca başucumdaki sehpadan küpelerimi ve gözlüğümü attı baş belası. Sonra işin yoksa tekrar dal uykuya bir o yana bir bu yana dönerek diyeceğim ama dönemiyorum bile bir o yana bir bu yana. Çünkü bir yanıma Fındık, bir yanıma Pıncır yatmış. İşkence gibi.


Yorgun bir günün ardından geç yatmışım zaten, kargalar bile kahvaltılarını etmemişken zibidi bir kedi tarafından uyandırılmışım. Zor bela uyumuşken tam bir curcunanın içine uyanmışım. Peki o pazar gününden hayır gelir mi insana? 


Gelmez.


Annem sağolsun ufacıcık bir halıyı yıkayası geldi kahvaltıdan sonra. Ama "ah belimm, ah kolum" inlemeleriyle işi bana sattı yine. Peki temizlik maddeleriyle bir kere buluşan Seval insanı o saatten sonra durdurulabilir mi? Mümkün değil.


Hazır bahçeye çıkmışken şurasını düzeltelim, burayı toparlayalım şunu yapalım derken, öğlen çıktığım bahçeden eve girdiğimde saat dörttü. Ben girdim komşu teyzeler bahçeye geldi oturmaya bir duş alıp, onlara çay yapıp bir şeyler hazırladım verdim bahçeye, tam kıçımı yere koyduğum an kardeşim "abla ben açıktım" sözüyle tepemde bitti. Onu da doyurdum tam kıçım huzur buldu, en sonunda yer görecek artık derken, babamın kahveden eve gelesi tuttu. Evin anası dışarıda komşularla lak lak halinde olduğu için babayı doyurmak da bana düştü. 


Neyse onu da hallettim, çıkan bulaşıkları makineye yerleştirdim, mutfağı derledim topladım. Koca bir kase yeşil eriği kucağıma alıp bilgisayarımın karşına oturdum. Bir müzik listesi bile hazırladım. Okuduğum Bit Palas ve Gizliajans kitaplarını yazacaktım. "10. Elif Şafak - Bit Palas" başlığını attım. Telefon çaldı. 


"Seval yardım!" diyen karşı komşumuz. (Süpermen'im sanki anasını satayım.) Gittim bebek bakıcılığı yaptım bir saat. En sonunda başaracağım kıçımın üstüne oturmayı diye uça uça eve gidiyordum ki ben oradayken bizim eve misafir gelmiş. Onlar oturup dururken bir posta daha misafir geldi. Ufak misafirimiz her zamanki gibi "kaaayuuuu" diye tutturdu. Kıçıma yer görmek "kayu" izlerken nasip oldu ancak. 


Gece birdi galiba yattığımda. "lay lay lay lay kayuuuu kayuuuu" diye şarkı söylüyordum içimden. 


Bu aptal yazıyı bitirirken söylemek istediğim bir kaç şey var; "Bu Calliou 'yu yazanın da çizeninde yayınlayanın da Allah bin belasığını virsin" 


Ayrı eve çıkmak istiyorum ben ya.. ühü.. Ayrı kıtaya, ayrı ülkeye... Mars'ta yaşayacağım ben bundan sonra. 


Bi huzur verin lan!!!








21 Mayıs 2010 Cuma

Otobüs Hayatı Zor Arkadaş- Çok Rezil Bir İnsanım -Olsun Bir Nevi Otobiyografi Bu Da- İtiraf Nokta Cort - Kaç kelime alıyor acaba bu başlık kısmı? - Kim o? deme boşuna benim ben.. Öyle bir gelen ki kapına baştan başa sen. (Özdemir Asaf) - Feyzbuk feyzbuk bu kızı orda buldum - döngel artık cahil civelek yarim çiçeklerden daha çok güzelsin yarim- Bu da böyle bi anımdı.

Son dört senedir hayatımın büyük bir kısmı otobüslerde geçiyor. Benim için ayrı bir yeri vardır otobüslerin. Evlenirsem düğünümü otobüste yapıp, ilk çocuğumun adını Metrobüs, ikinci çocuğumun adını İETT, üçüncüsünün adını da ÖHÖ koyacağım. (Neden üç çocuk? diye sormayacaksınız umarım. :))


Geçenlerde otobüs maceralarından konuşuyoruz, annem de televizyonda gördüğü bir videodan bahsediyor. "Liseli çocuklar otobüste kadının birinin videosunu çekmişler. Kadın ağzı açık uyuyor, çocuklar kıkır kıkır nasıl gülüyorlar. hehe çok komikti kadın." dedi.


Annem sözünü bitirdikten sonra kendisine kadına iyi bakıp bakmadığını, tanıdık gelip gelmediğini sordum. Niye sordum peki ?


Efenim, bir kaç ay öncesinde uykusuz geceler, yorgun günler geçiriyorum. E malumunuz şehr-i İstanbul'un iki ucuna yolculuk ediyorum her gün, yollar uzun. Otobüse binip oturacak yer bulursam şükrediyorum açıp kitabımı, okumaya çalışıyorum ama genelde bir süre sonra kitabı kendime yastık yapıp uyumak için kullanıyorum o sıralar. 


Yine günlerden bir gün, bindim otobüse cam kenarında bir boş koltuk buldum. Kurulup kitabımı okumaya başladım ama sonra dalmışım kitabı okurken. Gözlerimi açtığımda karşımda otobüsün tavanı vardı. Ağzım açık kafa tavana dönük uyumuşum. Hatırladığım kadarıyla en son Mecidiyeköy'deydi otobüs uyumadan önce ama ben gözlerimi açtığımda Ümraniye'deydim. Ayrıca o tipin üstüne  bir de horlamadıysam adiyim. 


(Eeeee bu talihsiz olayın başıma üç kere geldiğinden bahsetmeyeceğim. Ne rezil insanım yarabbim. Neyse videodaki kadın sarışınmış. Len bir ara ben de öyleydim. Yarın öbür gün benim de videom çıkabilir. Bağrınıza basarsınız artık. :) ) 


Tabi benim otobüslerdeki rezilliklerim ağzı açık uyumakla bitmiyor. Güzel bir sonbahar günü işten eve dönüyorum, otobüse bindim ama göz kapaklarımın üzerinde öküz otururcasına bir ağırlık var bünye uyumak istiyor ben kitap okumaya çalışıyorum uyumamak için.  (Bu otobüs uykusu da ne tatlıdır arkadaş. Alıp götürecekler bir gün beni uyurken valla.) Yanımda da bir abi oturuyordu, ama sanırsın ki o abi Yasemin Yalçın'ın Şuayip tiplemesi. Aynı ona benziyordu. Daha kıllıydı sadece. :) 


Tabi ben bir süre sonra yine yenik düştüm uykuya, sadece ben mi bizim Şuayip abi de.. Biz kafa kafaya, omuz omuza gayet samimi bir şekilde uyumuşuz efenim Şuayip'le. Yani en azından ben uyuyordum abiyi uyku tuttu mu bilemem. 


Neyse uyanır uyanmaz baktım Şuayip'len sarmaş dolaş sevgililer gibiyiz. Hemen dürttüm abiyi, ilk durakta attım kendimi aşağıya. İndikten sonra şaşkınlıkla olduğum yerde kalmış, kendi kendime halime gülüyordum ki kafamı çevirdim bir de ne göreyim; Şuayip!! Bıyıklarını burarak, altın sarısı dişleriyle bana sırıtıyor. 


Ezilme tehlikesini göze alıp, ayaklarım kıçıma vura vura yolun karşına geçip izimi kaybettirdim. O gün bu gündür uyumuyorum otobüste. :) 


Ama uyanık olmanın da türlü rezilliklere engel olduğu söylenemez. :) 


Böcek gibi kapısına sıkıştığım metrobüsler, iki seksen yere kapakladığım otobüsler, takılıp geçemediğim ve arkamda kuyruklar oluşturduğum turnikeler, akbil basmadan geçmeye çalışıp zorladığım turnikeler güvenlik görevlisinin uyarısıyla kendime gelişlerim, akbil yerine ısrar ve inatla kredi kartını basma çabam ve daha neler neler. :)







20 Mayıs 2010 Perşembe



Fotoğraftaki el yazması eski kitabı ve çok eski bir zaman ait olduğunu tahmin ettiğimiz bir kaç kitabı daha annem komşumuz tarafından çöpe atılmak üzereyken kurtarılmış. Ne olduğundan emin olamadığı için uzunca bir süre dışarıdaki ayakkabı dolabında saklamış. Fakat ben bulunca, mutlaka ne olduğunu buluruz bunların diye eve almıştım. (İçlerinden biri tarih kitabı.İçindeki resim ve haritalardan belli oluyor. )


Ama arap harflerine bu kadar saygı duyan ve ondan bu kadar da çok korkan tek millet bizizdir eminim. Annem eve almamam da ısrar ettiyse de dinlemeyip aldım. İşin kötüsü o sıralar karabasanlı kötü geceler geçiriyordum. Ve o gece beni en ürkütenini yaşadım. Ağlaya ağlaya annemin kucağında aldım soluğu. 


Daha önce yaşadıklarımı bilmeyen annem de o sırada odasında oturmuş Kuran okuyormuş. Anlamını anlamadan okuduğu arap harflerini bırakıp beni sakinleştirdikten sonra, anlamını bilmediği ve okuyamadığı kitaplara attı suçu. "Aldın o kitapları eve ondan oldu bu" dedi. Her ne kadar "Tarih kitabı onlar ya ne alakası var. Önceden de oldu bu bana." desem de fayda etmedi. Yeniden görünmez oldu kitaplar. 


Ta ki geçen akşam yine aklıma gelip soruncaya dek. Çok şükür kitapları atacak kadar gözü kararmamış.:) Onlara Kuran okumayı öğreten hocalarına sormuş. O da sanırım pek anlamamış ama "tarih kitabı bunlar" demiş ki tekrar eve almam için izin çıktı. Şimdi baş ucumda duruyor kitaplar. Fakat onlarla ne yapacağımı bilmiyorum. Tam olarak ne anlattıklarını, özellikle el yazması olanın ne olduğunu, kime ait olduğunu merak ediyorum. 


Şimdi ben Osmanlıca mı öğrensem? Ne yapsam? 

18 Mayıs 2010 Salı

şimdi böyle.. hani... olur ya...

Kalınca bir kitap bitiverir hani, hiç bitmeyecekmiş gibi duran bir trafiğin orta yerinde. Yol biraz daha uzasa da bir kaç sayfa daha okusam dediğin kitap, yolun uzadığı gün bitiverir. Otobüs bir tünelin orta yerinde kalmıştır üstelik. Bir tünelde, sıkışmış trafikte ve egzoz kokusunun açık camlardan içeri dolduğu bir otobüste olduğunu düşün. Üstelik kitap -bit-miş. Bir apartmanda kapılarını aralayıp, merakla hayatlarına daldığın insanlar, onlar hakkında anlatılanlar, hepsi gitmiş.

Kapana kısılmış gibi sanki.Yarı yolda bırakılmışsın gibi.  Hepsi kitabın suçu, bitmese olmayacak bunlar. Belki hiç olmadık, olmayacak şeyleri düşünmeyeceksin kitap bitmese o gün. Ya da olup bitmişleri düşünmeyeceksin.

Ama olmaz. Kitabın biteceği gün mutlaka trafik sıkışır. Kitap biter. Trafik bitmez.

Bir resim ya da bir fotoğraf karesi gibi donar kalır her şey.

Sigara içmeyi hiç böylesine istediğim olmamıştı. Bugün sigara içmenin bokunu çıkarabilirdim. Ama zaten bir süredir bokunu çıkardığım için bugün evde bıraktım paketi.

ya.. aslında bunlar değil de..

neyse...

17 Mayıs 2010 Pazartesi


Renklerin içinde, düşlerin içinde
Doğmak sessizce.

Renklerin içinde, cennetin içinde
Ölmek sessizce.



14 Mayıs 2010 Cuma

Not:

"NOT: Blogger albüm resmi silerseniz, görüntü bizim Blogger blog silinir. Dikkatli olun zaman silme görüntüleri!"




Picassa Web Albümlerine bakarken rast geldiğim bir not bu yukarıdaki. 


Bugün benim kafam biraz dumanlı o nedenle mi anlamıyorum bu nottan, yoksa Google'ın İspanyolca'dan çevirisi hakikaten biraz garip mi? 


"- Arkadaşım burdan silersen fotoğrafı blogdan da silinir dikkat et silme görüntüleri adamın asabını bozma lan!"


demek istiyor sanki.


Bilemedim. Bulaşmak da istemiyorum. :) 



13 Mayıs 2010 Perşembe

"Üşenmek" Ne Garip Kelime



Son on beş gün içerisinde, on beş tane yazıyı taslak olarak kaydetmişim.Yazıp sildiklerimin haddi hesabı yok.  Belki bu yazının da kaderi de aynı olacak. On beşinci satıra gelince fikrim tamamen değişebilir. Çünkü ben gerçekten hissettiklerimi paylaşmayı pek sevmiyorum. Çünkü sorunlar, soruları getiriyor. Sorulara cevap gerekiyor. Cevaplar derinlerde oluyor. Ben kimsenin oraya inmesini istemiyorum.

Aslında kafamın içi kurum dolu bir soba borusu gibi. Tam da mevsimi soba kaldırmanın, boruların kurumunu döküp temizledikten sonra sarıp sarmalayıp bir kenara kaldırmanın. Keşke insan beyni de zaman zaman çıkarılıp, yıkanan, sonra sarılıp sarmalanıp, güvenli bir köşede bir süreliğine bırakabileceğimiz bir şey olsa. Takma diş gibi mesela akşamdan çıkarıp bir bardak suya koysak, sonra sabah taksak yerine ferah ferah.

Ayaklarına bağlı taşlarla katetmek zorunda olduğun mesafeler, dudaklarının kenarlarına asılmış ağırlıklara rağmen gülümsemek zorunda olduğun insanlar, zincire bağlı kollarınla taşımak zorunda olduğun yükler ve kurumdan kapkara olmuş bir beyinle düşünmek ve halletmek zorunda oldukların. Kırık dökük bir ruhun son kırıntılarıyla kurtarmaya çalıştığın başka ruhlar... Zor işler arkadaş bunlar.

Eskiden hayaller kurtarırdı beni. Ne zaman boğulacak gibi olsam kendimi köydeki elma bahçesinde en kusursuz elmayı ararken düşünürdüm ya da orta odada, camın kenarında oturmuş kitap okurken. Ormanın içinde yarı korku yarı keşfetmenin zevkiyle dolaşırken. O cılız çayda minik balıkları ellerimle yakalamaya çalışırken...

Ama şimdi hayal kurmuyorum. Kuramıyorum. Aslında kurmaktan kaçıyorum. Gelecek için planlar yapmayı da geçmişte bıraktım. Kendimi akışa bırakmış durumdayım. Hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum, hep kontrolü elimde tutmuşumdur aslında, mutlaka liderliği ele geçirmişimdir her seferinde ama şimdi... Şimdi hiç bir şey umurumda değil. Bir yandan bu umursamazlığıma kızıyorum. Böyle bir insan haline geldiğim için kendimden nefret ediyorum. Diğer yandan bu atalet haline bayılıyorum.

Sonsuza kadar kalabilirim burada.

Mesela sevmediğim bir şarkı rast geliyor müzik listesinde onu bile değiştirmeye üşenip dinliyorum. Haklı olduğum bir konu da bile tartışmayı istemiyorum "he" deyip geçiyorum. Kalbimi çok kırsa da bazen söylenen sözler kendi kendime yollarda ağlayıp susuyorum. Artık uğraşmıyorum mesela kimseyle.

Bir kaç sene önce boğaz köprüsü üzerinde trafik sıkıştı, arka koltukta tek başına oturan bendeniz, arabanın kapısını açtım, tam çıkacakken bir şey tuttu beni. O gün bazı şeylerin toplamı olan ve beni tutan o bir şey, bugün olsa tutmaz beni. (Aman yarabbi çok acıklı len.)

Zaten şimdi ölmeyi istediğimi söyleyemem. Neticede hayat o kadar da fena bir şey değil. Burada tembellik etmek varken şimdi gidip zebanilerle uğraşamam. Ona da üşeniyorum.

Ve "üşenmek" ne garip kelime. Bir kaç kere söylemeye bile üşeniyor insan. Örümcek ağı gibi sarıp sarmalıyor,  minik bir sinek gibi hemen vazgeçiyorsun çabalamaktan.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Ehi :)


Bir Uğur Gürsoy harikası karakter Fırat. :) 
enneeee! :) 

Arkadaşım göndermiş, paylaşmadan duramadım. 
Akşam akşam sen beni güldürdün ya Allah da seni güldürsün len. :)

11 Mayıs 2010 Salı

,

Huzursuz eden bir huzur var şu sıralar içimde.

Akasyalar çiçek açmış o yüzden herhalde.

7 Mayıs 2010 Cuma

Ben Osurmadım !



Bizim blogcu kızlarla arada bir yaptığımız toplu e-posta muhabbetlerinde, söyleyecek bir şey bulamadığımda ya da  espiri olsun diye Yiğit Özgür karikatürlerinden esinlenerek  "Osurdum. ehi :)" şeklinde cevaplar yazıyordum arkadaşlara.

Sonra bir akşam vakti işten eve dönmeye çabası içerisinde, durakta akşamın üçüncü otobüsünü beklerken, bir yandan da Baykuş insanı ile telefonda konuşuyoruz. Sonra kendisi bana "bu "osurdum" muhabbeti nerden çıktı len" dedi. Ben de kendisine " Yaa ne bilem Yiğit Özgür karikatürlerinde vardır osurdum muhabetti oradan geldi aklıma" dedim.

Demez olaydım amcanın birisi belli ki konuştuklarımın hiç birine kulak asmayıp sadece "osurdum" kısmını duyar duymaz bana baktı ters ters. Sonra ben telefonu kapattıktan sonra da bakmaya devam etti. Sonra ne yazık ki aynı otobüse bindik ve kınayan bakışları orada da devam etti. Adam bakışlarıyla zindan etti hayatımı.

Her ne kadar o an hiç bir şey söylemesem de... Çünkü amca bana baktıkça benim içimden deli gibi gülmek geldi. Konuşmam imkansızdı. Bende buradan o amcayı kınamaya karar verdim. Ne hakkı vardı bana işkence etmeye?

Hem amca şu tipe bir bak. Hiç osuracak insan tipi var mı bende? Şu gözlüklere falan bi bak ne kadar akıllı bi tipim var.

Ayrıca osursak ne olur ki açık hava, o kadar zararlı gaz etrafta salınırken benim gazım mı battı gözüne.

Zaten ben osurmadım valla bak. 

Yenge osurdu. :) 

6 Mayıs 2010 Perşembe

Kargocu Gelir Hoş Gelir Ley Ley Lümü Lümü Ley

Şu an kitaplarıma kavuşmanın mutluluğundan sarhoşum biraz.

Daha önce verdiğim siparişler biraz geç gelmişti, ben bu kitapları da bu hafta içinde beklemiyordum o nedenle. Ama sanırım önceki gecikme benim seçtiğim kitap yüzündendi. Neyse Salı günü verdiğim siparişler bugün elime geçti. Nasıl sevindim anlatamam. Noel sabahı ağacın altındaki hediyesini açan çocuklar gibiydim kargo poşetini açarken. (Benzetecek bir şey bulamadım sevincimi. )

Bu kez aldığım kitapların üçüne, iki kedi sayesinde karar verdiğimi farkettim. Hani şu "Çello Çalan" ve "Aylak" olan kedi sayesinde.

Niyeyse bu kez aldığım kitapları beğeneceğime dair büyük bir his var içimde. :)

4 Mayıs 2010 Salı

Vesaire, Vesaire

- Unutamamak değil problemim. Hatırlayamamak beni delirtiyor. Yolda görüp selamlaştığım, ayaküstü sohbet ettiğim birinin adını hatırlayamamak. Daha önce okuduğum bir kitabın adını, yazarını, bir cep telefonum olduğunu hatırlamamak v.s. v.s.

Unutmak kolay iş benim için hatta hiç olmamış gibi davranmak. Ama hatırlamak, işte o konuda çok kötüyüm.

- Gece dönme dolabı çalıştırıp binen ve kapatacak kimse olmadığı için sabaha kadar dönme dolapta kalan lunapark bekçileri vardı hani. Onlardan biri gibi hissediyorum kendimi. Bende biri gelip durdurmazsa ölene kadar döneceğim. Ben de en az onlar kadar aptalım. (Sanki. Gibi gibi. Onun gibi bir şey)

- Ben eskiden güzel çıkardım fotoğraflarda. Şimdi ise tam tersi. Elimde olsa son iki sene içerisinde çekilmiş tüm fotoğraflarımı yok ederim. Beni iyi hatırlasınlar diye.

- Çok soğuk bir kış günüydü. Çok üşümüştüm zaten, ayaklarım ıslanmıştı, sonra trafik sıkıştı. Sonra ben ağladım. Trafik sıkıştı diye eve gidinceye kadar ağladım sessiz sessiz.

- İyilik yapılıp denize atılan bir şeydir, her ne kadar bunu bilsem de karşılık beklemeden edemiyorum. En çok bu yüzden üzülüyorum. Hatta bu kadar üzgün olmamın sebebi beklentilerim.

- Bir kaç kitap siparişi verdim. En sonunda Bit Palas'ı okuyabileceğim. Kime sorsam yok. Yok satan bir kitap mıdır ? Nedir ?

- Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın'ı Timur Selçuk söyleyince bozuk bir plak çalıyormuş gibi hisseden bir tek ben miyim acaba? Munir Nurettin Selçuk'tan dinlemeli bu şarkıyı. Asıl sahibinden.

Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın

- Bir film ya da dizi izlerken karakter aptalca bir şey yapacağı zaman kanal değiştiriyorum. Sanki ben kanalı değiştirirsem yapmayacak o aptallığı. Keşke olsa öyle bir şey. Biri aptallık etmeden bizi durdursa, "pause" tuşuna bassa, geri sarsa, her şeye baştan başlasak.

- Bir şeyler söylediğim insanlar çok kısıtlı olsa da şu an kime söylediğimi hatırlamıyorum ama "çimenlere yayılasım var" dedim. "Çıplak ayak dolaşasım." O da bana "Keneler çıktı gidilir mi hiç çayıra çimene" gibisinden bir şey söyledi. İçimden küfür ettim kendisine büyük ihtimalle. Kesin Mustafa abidir konuştuğum.

O değil mi ki hazır kremalı mantar çorbasını, mantardan zehirlenirim diye yemeyen.

- Nev yeni bir albüm yapsa da dinlesek.

- Söylemediklerimden ziyade söylediklerim için pişman oluyorum çoğu zaman.

- Biraz susmalı.


- Bu da haftanın kedisi olsun.



Yağmurlu bir sonbahar günü bir fotoğraf çekimi süresi gelip geçti hayatımızdan. Ve hayatımıza gelip on sene kaldıktan sonra geçip giden kedimize benzerliğiyle hep kaldı aklımızın bir köşesinde .jpeg haliyle.

;

Bir muhabbet kuşunun kokusunu özler mi insan?

Özlemişim.


9- Vicki Myron - Dewey, Dünyanın Kalbine Dokunan Kütüphane Kedisi




Uzunca bir aradan sonra okuduğum ilk kitap, yine okumaya uzunca bir süre ara verdirecek nitelikte bir kitaptı. Çok güzeldi, çok şahaneydi de hazmetmenin uzun süreceğinden değil. Ne zaman vasat bir kitap okusam diğer kitaba başlama sürem uzuyor. (Kitaplardan soğuyorum Allah seni inandırsın)

Dewey ile tanışmak güzeldi, zaman zaman gözlerim doldu, gülümsetti arada sırada fakat ben yine de kitabı pek beğenmedim.Bana göre büyük bir kısmı sıkıcıydı.