.jpg)
28 Ocak 2010 Perşembe
Belki-Kesin.
27 Ocak 2010 Çarşamba
Hadi Gel İçelim- Yüksek Sadakat
22 Ocak 2010 Cuma
Beynimi Yiyorlar!
20 Ocak 2010 Çarşamba
2,5. Fırat Budacı - Kendimi Durduracak Değilim
19 Ocak 2010 Salı
Günaydın

"Oynatmaya az kaldı doktorum nerede?" diyen Fatih Erkoç'u sevgi ve saygıyla anıyorum bugün. İnsanın hislerine bu kadar iyi tercüman olan bir parçayı bizimle buluşturduğu için O’na ne kadar minnettarım bilemezsin. Düşünebiliyor musun? Aklın, hayalin alıyor mu? Fatih Erkoç bu sözleri söylememiş olsaydı bugün halimi hangi cümlelerle anlatırdım? Anlatsam bile bu kadar etkili bir anlatım şekli bulabilir miydim?
Bulurdum elbette. Niye bu kadar takılıyorsam bu konuya inan hiç bir fikrim yok. İşte insan böyle şeylere takılıyor "oynatmaya az kala"
Sen durumumu mazur gör şekerim. Aklıma bir şarkı takıldı, nereden ve nasıl takıldı bilemiyorum. Gece, gündüz demeden dönüyor beynimde. İşin kötüsü Türkçe ya da İngilizce bir söze sahip olmaması. Bir klasik müzik parçası ve "gugıla" dırı dırı dırırım gibi mırıldanmalar yazdığında "bunu mu demek istediniz, şunu mu demek istediniz" diye beni yönlendirmeye çalışıyor. Düşünebiliyor musun beni yahu. "Ben ne demek istediğimi bilmiyor muyum lan" diyorum.Sinirleniyorum dostum.
Farkındayım o an elit ve terbiyeli, entel iş kadını portremden sıyrılıp bir Dudullu'lu gibi davranıyorum. Sonra anlıyorum ki 25 yıldır içinde yaşadığım semtin havasından, suyundan bir şeyler kapmışım. Nasıl kapmayım? Bir hapşırık 40 desibellik bir alanda 120 santimetrelik bir hızla, 65 kilometrelik kalınlıkta yayılıyor. Bir osuruğun ne kadar yayıldığını düşün sevgili dostum. Tahayyül bile edemiyorum. Aslında tahayyülün ne demek olduğunu bilmiyorum. Tahayyül edememe sebebim, anlamını bilmeyişim de olabilir.
İşte böyle sevgili dostum.
Her ne kadar Dudullu'lu olsam da aklına klasik müzik parçaları takılan ama yeri geldiğinde pembe çiçekli çoraplarının üzerine annesinin terliklerini giyip bakkala salça almaya gidebilen bir insanım ben. Ruhumdaki bu çokluk beni zenginleştiren ve bir o kadar da karamsarlığa iten. Kimim ben dostum?
Hatçegillerin kapıda oturup çekirdek çitleyen Seval miyim? Yoksa elinde kitabı, kulağında klasik müziğiyle entel Seval miyim? Dudullu'lu kimliğimi, entel kimliğimle bir türlü içiçe geçiremiyorum.
Hani bazı kadınlar vardır ya, sokakta hanfendi, mutfakta ahçı yatakta fahişedirler. Bu kadar çok şeyi nasıl yapıyorlar anlamıyorum dostum. Hiç mi karışmıyor birbirine bunlar dostum. Mutfakta fahişe olmuyorlar mı mesela ya da sokakta ahçı. Böyle kadınları kıskanmamak elde değil sevgili dostum.
Bir de böyle durmadan “dostum” diyen repçi zenci bir yanım var. Ama şu an ondan bahsetmek istemiyorum.
Dudullu'lu kimliğim komşunun horozu gibi entel kimliğimi de taşlıyor. Pembe çiçekli çoraplarının üzerine giydiği terlikleri fırlatıyor, mahallenin köpeklerine kıskıslatıyor.
Zavallı entel kimliğim ise o sırada kitap karıştırıp Dudullu'lu kimliğimin hangi psikolojik dürtülerle bunları yaptığını anlamaya çalışıyor.
İşte böyle cancağızım kişilik çatışması yaşıyorum.
Ne yapmalıyım sence ? İki kimliğimi de bırakıp saklıda kalan kimliklerimi mi keşfetmeliyim? İçimdeki tiki Seval'i bulayım en iyisi gidip starbakısta garip isimli kahvelerden içelim. Sohbet edelim bir gün. Dertleşmeye ihtiyacı var entel yanımın. Aslında Dudullu'lu yanımın da ağdaya ihtiyacı var ama onu şimdi burada konu etmek istemiyorum.
Lütfen geçmişinde bıraktığın Dudullu'luğu yanında getirme yoksa benimkisi ile bir olur börekçiye gider bol pudra şekerli Kürt böreği yerler...Eskiden yaptıkları gibi. Entel yanımın sinekli bir börekçiyi kaldırabileceğini sanmıyorum. Onu hepten kaybetmekten korkuyorum.
Zaten entel insanlar olma yönünde çok şey kaybettirdi bize Dudullu. Ama etnik yönümüzü de söküp atamıyoruz işte.
Hayat ne garip lan, vapurlar falan. (bi de böyle şapşal bir yanım var)
Ayrıca güzel değilim ama sempatiğim. Bir oturuşta en fazla 5 lahmacun yiyebiliyorum. Bir de burnumu karıştırıyorum mütemadiyen.
Günaydın Kanka. :)
"amaç sadece bir günaydın e-postası göndermekti. cıvıttım tabi ama güzel bir tepki aldım. :)"
18 Ocak 2010 Pazartesi
dönüp duruyor...

16 Ocak 2010 Cumartesi
2. Canan Tan - Piraye

Kitap çok sevdiğim bir arkadaşımın doğum günü hediyesi. Yazarın ismi şu sıralar çok dönüp dolaşıyor etrafta ben de merak ettim doğal olarak bu kadar konuşuluyorsa vardır bir hikmeti diye biz de konuşuyorduk arkadaşımla, O da alayım sana doğum gününde bir Canan Tan kitabı dedi ve aldı sağolsun. Piraye'yi al bari diyerek kitabı ben seçtim. Yüzsüzlük mü ettim ne ? :)
Kitaba Çarşamba sabahı başladım Cuma akşamı bitirdim. Ama bu kadar çabuk bitmesinin sebebi "bitse de gitsek" sendromuydu. Normalde her kitaba bir hafta süre veririm.
İlk hayal kırıklığım kitabın ilk sayfalarında daha sonrası için bilgi vermesi oldu. Ben merak etmek isterdim.
Kitapta özgür genç kızın, kocasının her dayatmasını kabul eden bir kadına dönüşümünü görüyoruz. Ne yazık ki bunu o özgür halinden ödün vermeden yaptığını sanıyor Piraye. Ayrıca büyük bir aşk da yok ortada. Yani o kadar şeye katlanmak için aşktan kör olmak lazım. Ya da vardı öyle bir aşk ben hissedemedim.
Neyse açıkcası ben pek beğenmedim. Sıradan bir hikaye gibiydi. Daha etkileyici kadın hikayelerini birinci ağızlardan dinlemenin etkisi sanırım bana biraz yavan geldi.
Ama elbette hakkını vermek lazım Diyarbakır ve yemekleri güzel anlatılmış kitapta.
Canım arkadaşıma hediyesi için teşekkür ederim. :)
15 Ocak 2010 Cuma
L A N !
14 Ocak 2010 Perşembe
13 Ocak 2010 Çarşamba
1. Elif Şafak - Pinhan
Muratgilin damından atlayamadım/Liralarım döküldü toplayamadım*
11 Ocak 2010 Pazartesi
_
Biraz dinlenmeli, biraz demlenmeli.
10 Ocak 2010 Pazar
İkimize
Yalçın Ergir, Ankara'lı bir "Düş Hekimi"dir. "Küçük Mutluluklar" şiirini okumuşsunuzdur belki bir yerlerde. Aşağıdaki yazı da O'na ait.
***
Ben, “seni” seviyorum.
Sizinle değil, seninle konuşmaktan,
Eymir Gölü’nden Or-An’a birlikte tırmanmaktan,
Kızılay’dan metroya binip Batıkent’e gidip gelmekten
– vagondaki bin bir surat ile oyunlar oynayıp, bin bir ifade hakkında yorumlar yapmaktan,
ayaküstü öyküler uydurmaktan hoşlanıyorum.
“Sen” aç istiyorum kapını çaldığımda.
Kapım çalındığında, senin soğuktan kızarmış yanaklarını görmeyi,
yere seninle bağdaş kurup, incir çekirdeğini paylaşmayı,
çalan telefona senin yanında küfretmeyi,
çay bardaklarını seninle tokuşturmayı,
senin ağlamanı, seninle ağlamayı,
senin gülmeni, seninle gülmeyi,
olmadık düşlere yelken açmayı özlüyorum.
En az ve en çok iki kişilikken sımsıkı kucaklaşmayı,
ben, “ikimiz” olmayı seviyorum.
İstemiyorum çok sevsen de, “o”nu, “onlar”ı,
çok sevsem de, “üçümüz”, “dördümüz“ olmayı;
okyanus yerine daha sığ sularda kulaç atmayı,
ortak zeminde buluşma uğruna ufkumuzu daraltmayı,
geride kalanı beklemeyi,
önde gidene yetişmek için debelenmeyi.
Korkuyorum; “ya hep beraber – ya da hiç” dayatmasından,
buna kulak asmandan, çaresiz kalmandan,
“hiç” yerine, “hep birlikte”ye razı olmaktan,
bir kaşık suda boğulmaktan.
Ve bekliyorum bir başka sevenden;
bizi özgür bırakmasını,
bir başkasının,
kendisini sevmek zorunda olmadığını anlamasını...
8 Ocak 2010 Cuma
Rüyalar Gerçek Olsa, Senin Ağzını Burnunu Dağıtmış Olurdum.

7 Ocak 2010 Perşembe
ve müzik...

Hafta başında bir arkadaşım Yeni Türkü konserine gidelim dedi. Bu ay bize uyan bir konser yok ama ben yine de o gün bugündür Yeni Türkü şarkıları söylüyorum. Heyecandan mıdır? Mutluluktan mıdır nedir? Bu sabah evden Maskeli Balo'yu söyleyerek çıktım. Otobüste de söylemeye devam ettiğimi yanına oturduğum kadının bakışları sayesinde farkettim.
5 Ocak 2010 Salı
Dans etmeye ihtiyacım var*
Çok sıkılıyorum. Sıkıntıdan ölebilirim. Sıkıntıdan ölen ilk insan olabilirim. pöf.