28 Ocak 2010 Perşembe

Sandık İçi




güneş banyosu

Sandık İçi

avucumda gökyüzü, yüreğimde okyanuslar*

*Metro grubunun bir şarkısıdır.




Belki-Kesin.

- Belki üstümüzden bir kuş geçer.

- Kesin kafama sıçar.

---

- Belki bir başka yüzde belki bir başka seste buluruz birbirimizi.

- Kesin buldun sen başka birinde bunları.

---

- Belki yakarım bu evi kurtulurum ikimizden.

- Kesin gidiyorum bu evden. İyi ki yedik peynirini. Ne kıymetliymiş bea.

---

- Belki bir gün özlersin. Başka adamlarla başka şehirlerde yürürken.

- Kesin özlerim bebeğim üzme kendini. Canım yaaaa :P

---

- Belki değil mutlak.

- Öff bi yürü git...


Ne garip kelime bu "kesin" bir kaç kere kullanınca iyice garipleşiyor. Anlamsızlaşıyor sanki. Kesinliğini, keskinliğini mi yitiriyor nedir?

Belkiler şarkılardan. Sırasıyla Yüksek Sadakat, Demir Demirkan, Özlem Tekin, Emre Aydın ve Düş Sokağı Sakinleri.

nokta

,


Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın.

Çember seni boğsa da ses çıkarmayacaksın.

27 Ocak 2010 Çarşamba

22 Ocak 2010 Cuma

Beynimi Yiyorlar!

Yüz yıl önce yitip giden, dünyadan silinen bir imparatorluğa hala sonsuz bir hayranlık beslemek, çocuklara hala onu öğretmek okullarda, karanlığın içinde güneş gibi doğan cumhuriyet, yüzü aydınlık ama ardı karanlık cumhuriyet, sağ-sol diye ayrılan insanlar, sokak ortasında nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla vurulup ölenler, idam sehpasında gençler, dünyadan bir haber gençler, son nefesinde bile inandıklarını savunanlar, inançsız, amaçsız yaşayanlar, karış karış satılan topraklar, bir hiç uğruna ölenler, katliamlar, öldürülen gazeteciler, el üstünde tutulan katiller, şehitler, şehitler, şehitler, idam edilen cumhurbaşkanı, pamuklara sarıp sarmalanan terör örgütü başkanı, her satırından yalancılık fışkıran gazeteler, televizyonlar, karanlık yıllar, kendi ülkesinin bayrağını asmaya korkan insanlar, korkutulan insanlar, işkenceler, eğitmeyen bir eğitim sistemi, kayıp trilyonlar, sefahat içinde yüzen devlet adamları, açlıktan ağzı kokan halk, doğunun yıllardır bitmeyen çilesi, açık kafa, kapalı kafa kavgası, töre cinayetlerine kurban giden kadınlar, Kürt, Türk diye birbirine düşürülen insanlar, bölünmeye çalışılan ülke, kim yönetiyor bu ülkeyi bilmemek, apolitik yetiştirilmiş insanlar, hepimiz aynı gemideyiz batarsak hep beraber batarız aman boşver diyenler ve daha neler neler.



20 Ocak 2010 Çarşamba

2,5. Fırat Budacı - Kendimi Durduracak Değilim


"...İnsan hayatından memnun olmadığında ve değiştirmek için büyük kararlar alamadığında saçıyla, göbeğiyle oynamaya oynamaya sanat imalı uğraşlar edinmek için sağa sola saldırmaya başlıyor. Hobiden ciddi bir uğraşa dönüşmesi temennisiyle bazı eşyalar almaya başlıyor. Mesela sanat fotoğraflarından zamanla aile fotoğrafları çekmeye devrilen nefis fotoğraf makinem, benim bu yolda acı çektirdiğim eşyalardan biridir. Güzide makinemin çektiği fotoğrafları tarih sırasıyla bakacak olursak: Sokaklar, martılar, salyangoz böceği, portreler, piknik ve doğa, ev hali, televizyon ekranı, kendi ayaklarım, düğünler, doğum günleri gibi zamanla sümükleşen retrospektifle karşılaşıyoruz. İlk heyecanın verdiği gazın, "neysek oyuz gerçeği" altında ezildiğinin belgeleri bunlar. Başka bir hayata ait yaşama biçiminin hatta eşyaların benim hayatımda değişiklik yaratmayacağını artık öğrenmiş bulunuyorum..."


Bu senenin ikibuçukuncu kitabı Fırat Budacı'nın Kendimi Durduracak Değilim kitabıydı. İki buçuk olmasının sebebi, kitaba 2009'in son haftasında başlayıp bitirmeden için araya iki kitap sokmam. (Elif Şafak kitabını görünce aldattım onu.) Çok sıkı bir takipçisi olduğum söylenemez ama her "Uykusuz" aldığımda okumadan geçmezdim köşesini. Köşesindeki yazılardan derlenen bu kitabı da çok severek ve çok eğlenerek okudum. Gözlemlerini, özellikle insan davranışları üzerine olanlar ve bunları anlatış tarzını gerçekten çok beğendim. Otobüs yolculuklarında gülümseyerek hatta bazen suratımı kitaba gömüp bir süre sessiz kahkahalar atmaya çalışmama sebep oldu.

Yukarıdaki alıntı yaptığım bölümde de çok güldüm ama kendi halime, çünkü ben de aynı şeyi yaptım fotoğraf konusunda. Benim de güzide makinemin çektiklerini tarih sırasına koyarsam aynısı oluyor.

Portreler, televizyon ekranı, kendi ayaklarım :)


19 Ocak 2010 Salı

Günaydın

Karikatür; Serkan Altuniğne


"Oynatmaya az kaldı doktorum nerede?" diyen Fatih Erkoç'u sevgi ve saygıyla anıyorum bugün. İnsanın hislerine bu kadar iyi tercüman olan bir parçayı bizimle buluşturduğu için O’na ne kadar minnettarım bilemezsin. Düşünebiliyor musun? Aklın, hayalin alıyor mu? Fatih Erkoç bu sözleri söylememiş olsaydı bugün halimi hangi cümlelerle anlatırdım? Anlatsam bile bu kadar etkili bir anlatım şekli bulabilir miydim?

Bulurdum elbette. Niye bu kadar takılıyorsam bu konuya inan hiç bir fikrim yok. İşte insan böyle şeylere takılıyor "oynatmaya az kala"

Sen durumumu mazur gör şekerim. Aklıma bir şarkı takıldı, nereden ve nasıl takıldı bilemiyorum. Gece, gündüz demeden dönüyor beynimde. İşin kötüsü Türkçe ya da İngilizce bir söze sahip olmaması. Bir klasik müzik parçası ve "gugıla" dırı dırı dırırım gibi mırıldanmalar yazdığında "bunu mu demek istediniz, şunu mu demek istediniz" diye beni yönlendirmeye çalışıyor. Düşünebiliyor musun beni yahu. "Ben ne demek istediğimi bilmiyor muyum lan" diyorum.Sinirleniyorum dostum.

Farkındayım o an elit ve terbiyeli, entel iş kadını portremden sıyrılıp bir Dudullu'lu gibi davranıyorum. Sonra anlıyorum ki 25 yıldır içinde yaşadığım semtin havasından, suyundan bir şeyler kapmışım. Nasıl kapmayım? Bir hapşırık 40 desibellik bir alanda 120 santimetrelik bir hızla, 65 kilometrelik kalınlıkta yayılıyor. Bir osuruğun ne kadar yayıldığını düşün sevgili dostum. Tahayyül bile edemiyorum. Aslında tahayyülün ne demek olduğunu bilmiyorum. Tahayyül edememe sebebim, anlamını bilmeyişim de olabilir.

İşte böyle sevgili dostum.

Her ne kadar Dudullu'lu olsam da aklına klasik müzik parçaları takılan ama yeri geldiğinde pembe çiçekli çoraplarının üzerine annesinin terliklerini giyip bakkala salça almaya gidebilen bir insanım ben. Ruhumdaki bu çokluk beni zenginleştiren ve bir o kadar da karamsarlığa iten. Kimim ben dostum?

Hatçegillerin kapıda oturup çekirdek çitleyen Seval miyim? Yoksa elinde kitabı, kulağında klasik müziğiyle entel Seval miyim? Dudullu'lu kimliğimi, entel kimliğimle bir türlü içiçe geçiremiyorum.

Hani bazı kadınlar vardır ya, sokakta hanfendi, mutfakta ahçı yatakta fahişedirler. Bu kadar çok şeyi nasıl yapıyorlar anlamıyorum dostum. Hiç mi karışmıyor birbirine bunlar dostum. Mutfakta fahişe olmuyorlar mı mesela ya da sokakta ahçı. Böyle kadınları kıskanmamak elde değil sevgili dostum.

Bir de böyle durmadan “dostum” diyen repçi zenci bir yanım var. Ama şu an ondan bahsetmek istemiyorum.

Dudullu'lu kimliğim komşunun horozu gibi entel kimliğimi de taşlıyor. Pembe çiçekli çoraplarının üzerine giydiği terlikleri fırlatıyor, mahallenin köpeklerine kıskıslatıyor.

Zavallı entel kimliğim ise o sırada kitap karıştırıp Dudullu'lu kimliğimin hangi psikolojik dürtülerle bunları yaptığını anlamaya çalışıyor.

İşte böyle cancağızım kişilik çatışması yaşıyorum.

Ne yapmalıyım sence ? İki kimliğimi de bırakıp saklıda kalan kimliklerimi mi keşfetmeliyim? İçimdeki tiki Seval'i bulayım en iyisi gidip starbakısta garip isimli kahvelerden içelim. Sohbet edelim bir gün. Dertleşmeye ihtiyacı var entel yanımın. Aslında Dudullu'lu yanımın da ağdaya ihtiyacı var ama onu şimdi burada konu etmek istemiyorum.

Lütfen geçmişinde bıraktığın Dudullu'luğu yanında getirme yoksa benimkisi ile bir olur börekçiye gider bol pudra şekerli Kürt böreği yerler...Eskiden yaptıkları gibi. Entel yanımın sinekli bir börekçiyi kaldırabileceğini sanmıyorum. Onu hepten kaybetmekten korkuyorum.

Zaten entel insanlar olma yönünde çok şey kaybettirdi bize Dudullu. Ama etnik yönümüzü de söküp atamıyoruz işte.

Hayat ne garip lan, vapurlar falan. (bi de böyle şapşal bir yanım var)

Ayrıca güzel değilim ama sempatiğim. Bir oturuşta en fazla 5 lahmacun yiyebiliyorum. Bir de burnumu karıştırıyorum mütemadiyen.

Günaydın Kanka. :)


"amaç sadece bir günaydın e-postası göndermekti. cıvıttım tabi ama güzel bir tepki aldım. :)"


18 Ocak 2010 Pazartesi

dönüp duruyor...




bir klasik müzik parçası dönüp duruyor beynimin içinde, bir filmden kalma sanki ve bir kereden fazla izlemiş olmalıyım o filmi. gözümü kapattığımda sahneler geçiyor aklımın bulanık köşelerinden.

hangi filmdi?bu parça kimindi? böyle bir parça olmayabilir mi? yoksa yine uyduruyor muyum her şeyi?

kafam patladı patlayacak.


ressam;leon bakst



,

16 Ocak 2010 Cumartesi

2. Canan Tan - Piraye

Kitabı elime aldığımdan beri Piraye'den ziyade Feraye ismi aklımda dönüp duruyor aslında. O da yetmezmiş gibi Müzeyyen Senar "aman da amaannn Feraye" diye o güçlü sesiyle şarkı söylüyor kafamı içinde. Çok alakasız bir durum farkındayım.

Kitap çok sevdiğim bir arkadaşımın doğum günü hediyesi. Yazarın ismi şu sıralar çok dönüp dolaşıyor etrafta ben de merak ettim doğal olarak bu kadar konuşuluyorsa vardır bir hikmeti diye biz de konuşuyorduk arkadaşımla, O da alayım sana doğum gününde bir Canan Tan kitabı dedi ve aldı sağolsun. Piraye'yi al bari diyerek kitabı ben seçtim. Yüzsüzlük mü ettim ne ? :)

Kitaba Çarşamba sabahı başladım Cuma akşamı bitirdim. Ama bu kadar çabuk bitmesinin sebebi "bitse de gitsek" sendromuydu. Normalde her kitaba bir hafta süre veririm.

İlk hayal kırıklığım kitabın ilk sayfalarında daha sonrası için bilgi vermesi oldu. Ben merak etmek isterdim.

Kitapta özgür genç kızın, kocasının her dayatmasını kabul eden bir kadına dönüşümünü görüyoruz. Ne yazık ki bunu o özgür halinden ödün vermeden yaptığını sanıyor Piraye. Ayrıca büyük bir aşk da yok ortada. Yani o kadar şeye katlanmak için aşktan kör olmak lazım. Ya da vardı öyle bir aşk ben hissedemedim.

Neyse açıkcası ben pek beğenmedim. Sıradan bir hikaye gibiydi. Daha etkileyici kadın hikayelerini birinci ağızlardan dinlemenin etkisi sanırım bana biraz yavan geldi.
Ama elbette hakkını vermek lazım Diyarbakır ve yemekleri güzel anlatılmış kitapta.

Canım arkadaşıma hediyesi için teşekkür ederim. :)

15 Ocak 2010 Cuma

L A N !

Ajdar sana özel ve en az beş saat süren bir konser versin istiyorum.

Acı çekesin istiyorum.

İşkembe çorbası bile senin yanında daha sempatik geliyor gözüme.Hani ben ki çocukluğumdan beri nefret ederim ondan, yıllardır süren husumetimiz var kendisiyle. Adına bile dayamam, o evde olduğu zaman yemek bile yiyemem.

Ama şimdi deseler ki bana bir tencere işkembe çorbası içeceksin ya da bu adamla bir saat geçireceksin. Hiç düşünmem çorbayı içerim.

Çünkü düşününce sen, işkembe çorbasından daha fazla midemi bulandırıyorsun. Adının önünde yer alan ünvanlarının ne olduğu hiç mühim değil sen bir gram saygıyı bile haketmiyorsun.

Ama gel gör ki ağzının payını da veremiyorum. Anca kendi kendimi yiyorum burada.


14 Ocak 2010 Perşembe

13 Ocak 2010 Çarşamba

1. Elif Şafak - Pinhan

Övünmek gibi olmasın ya da olsun çok da umrumda değil. Zira aslında bu konunun hiç bir şekilde övünmek ile alakalı olmaması gerekmektedir. Ama gel gör ki bu konuda, insan çevresindekilere oranla bir tık önde olduğunu bilince övünüyor kendisiyle.

Konu kitaplar. Özellikle son üç senedir çok şükür ki iyi bir okuyucuyum. (Övünüyorum basbaya kendimle ne kadar terbiyesizim.) Tamam çok iyi değil ama idare eder en azından. Fakat şöyle bir sorunum var ki, bugün bana "neleri okudun?" diye sorsa birisi treni görüp farklı deryalara giden öküz misali kalakalıyorum. Çünkü sorunlu bir hafızaya sahibim.

Ödünç alarak okuduğum kitaplar olduğundan ya da birileri okusun diye aldığım kitapları sürekli dağıttığımdan dolayı kitaplar elimin altında da olmuyor. Bu nedenle ne kadar okusam da hiç birşey okumamışım gibi öylece kalakalıyorum.

Bu sene her hafta okuduğum kitabı buraya yazacağım. En azından bir gün hafızam tamamen "erör" verdiğinde bakar bakar anımsarım. :)

***


2010 yılının ilk kitabı Elif Şafak - Pinhan. Yazarı çok severek okuduğumu bilen canım dostum, can dostumun bana doğum günü hediyesi.

Genelde aynı yazarların kitaplarına takılmam, bu yazar ne yazarsa okumalıyım diye kendimi kasmam amma bir bahar günü, Adalar vapurundan Bostancı'da indim, ikinci el kitap satan bir tezgaha rast geldim ve bana onca kitabın arasından göz kırpan "Baba ve Piç" kitabını aldım. Sonra Elif Şafak severliğim başladı.

Şu güne kadar yayımlanan on kitabından yedisini okumuş bulunuyorum. Baba ve Piç, Araf ve Aşk en sevdiğim romanlarıdır. Pinhan da üzerinde adı yazmasa bile bu Elif Şafak'ın dedirten cümleleriyle, hikayeleriyle güzel bir kitap onu da araya katmak isterdim ama maalesef çok da beni benden aldığını söyleyemeyeceğim.

Tabi ki bir kitabı okurken kafamın içinde dolaşan tilkilerin çıkardığı seslerin de çok büyük etkisi var okuduklarıma ve tilkilerim pek arsız şu sıra.

Her neyse... En son yazarın Mahrem kitabını okumuş ve okurken biraz bezmiştim ama Pinhan güzeldi ve ben Elif Şafak okumayı gerçekten seviyorum.


"...dağ, tepe/ bayır, ova/ su ve toprak/ ateş ve hava/ senin kokunla yoğrulmuş/ buram buram sen kokmakta/ her nefeste/ her iç çekişte/ ve her özlemde/ seni/ sade seni/ soluyorum/ senin karşında utanmaktan değil/ seni utandırmaktan korkuyorum/ öyle bir sapa yola/ soktun ki beni/ öyle bir yolda rehberlik ettin ki/ hep ışığı görmemek için/ görüp de/ gün ortasında çırılçıplak kalmamak için/ yalvardım durdum/ en nihayetinde/ dönüp dolaşıp vardığım yerde/ senden/ bir senden/ uzak düştüm/ ayrı düştüm/ belki de ilk kez/ o zaman bölündüm..."

Muratgilin damından atlayamadım/Liralarım döküldü toplayamadım*



Farkettim ki günler de insanlar gibi. Her biri birbirinden farklı, her biri birbirinin aynı ve onlarda ölüyor. Doğuyorlar, yaşıyorlar ve bitiyorlar. Onlar da hayatıma girip çıkan insanlar gibi, hatırlamıyorum çoğu zaman onları. Ama bazısı var ki hiç unutulmuyor. İnsanlar özel kılıyorlar günleri, günün ruhu oluyorlar.

Bir günü unutulmaz kılan insanlar oluyor. "Çok güzel bir gündü" diyerek gülümsediğimde yanımdaki insanların gözlerini hatırlıyorum.

Bu hafta da bir kaç günü ise şu sıralar İstanbul semalarında dolaşmakta olan, blog aleminin gezenti ve geveze kuşu, Baykuş sayesinde gülümseyerek hatırlayacağım.

Sanal alemden, gerçek aleme taşınan arkadaşlığımızın, diğer aleme geçiş yapana kadar sürmesini diliyorum. O'nu ağırlama şerefine erişenler arasında olmanın gurunu yaşıyorum şu sıralar.

O'nunla vakit geçirmekten çok keyif aldım her zamanki gibi. Sanırım mutluluktan olacak arada cozuttuk. Bunu şu an o gece çektiğimiz absürd fotoğraflara bakınca anlıyorum. Aslında amacımız bloga koyacak yanyana ama yüzümüzü de göstermeden hafif gizemli bir fotoğraf çekmekti. Sonrasını hatırlamıyorum.

İnşallah kendisini ağırlarken saygıda bir kusur etmemiş ve rahat ettirebilmişizdir.

Sabahtan beri internet bağlantım beni deli ettiği için yazacaklarımın bir kısmı uçtu gitti aklımdan.

Çok da afilli sözlere gerek yok aslında yahu.

Kuşum, çok seviyorum lan seni. İnşallah rahat ettirebildik seni, kusurumuz olduysa affola. Sana kapılarımız her zaman sonuna kadar açık. Bir daha gelirsen bu kez mısır keşkeği yapacak annem. Bu kez ben de sabah kahvaltısında dahi olsa keşkek yiyerek eşlik edeceğim sana. Yalnız bir daha semtimin esnafının yanında sunturlu küfürler savurup küçük dillerini yutmalarına sebep olmazsan sevinirim. :)

İyi ki tanıdım seni.
İyi ki tanıdım seni.
İyi ki tanıdım seni.
İyi ki tanıdım seni.
((Bak birinciden sonrakileri ctrl+v ile yaptım. Sana gıcığı var dostum o kısa yolların:))




*Kime ait olduğunu bilemediğim bir türkü.



11 Ocak 2010 Pazartesi

_




Biraz dinlenmeli, biraz demlenmeli.

Öyle bir bir öfke var ki içimde, artık kontrol edememekten korkuyorum.

Biraz durulmalı.

En sevdiğim mevsim başucumdayken, tüm hatalarıma rağmen beni affedip, sımsıkı sarılan bir dosta sahipken, hayatımda çok güzel insanlar varken, ve bu güzel insanlar gün geçtikçe çoğalırken, okunacak bir sürü kitap, daha dinlenecek bir sürü şarkı varken, bildiklerim bilmediklerim yanında kum tanesi gibi kalırken, fotoğrafları, fotoğraf çekmeyi bu kadar çok severken, iyi-kötü bir hayalim varken ve ona tutunabilecekken... ve şu an hatırlayamadığım bir sürü güzel şey yanı başımda durup dururken,
ben
bu öfkeye
kapılıp gitmemeliyim.



Biraz dinlenmeli, biraz demlenmeliyim. Çiğlik etmemeliyim.


10 Ocak 2010 Pazar

İkimize

Yalçın Ergir, Ankara'lı bir "Düş Hekimi"dir. "Küçük Mutluluklar" şiirini okumuşsunuzdur belki bir yerlerde. Aşağıdaki yazı da O'na ait.

***

Ben, “seni” seviyorum.

Sizinle değil, seninle konuşmaktan,

Eymir Gölü’nden Or-An’a birlikte tırmanmaktan,

Kızılay’dan metroya binip Batıkent’e gidip gelmekten

– vagondaki bin bir surat ile oyunlar oynayıp, bin bir ifade hakkında yorumlar yapmaktan,

ayaküstü öyküler uydurmaktan hoşlanıyorum.

“Sen” aç istiyorum kapını çaldığımda.

Kapım çalındığında, senin soğuktan kızarmış yanaklarını görmeyi,

yere seninle bağdaş kurup, incir çekirdeğini paylaşmayı,

çalan telefona senin yanında küfretmeyi,

çay bardaklarını seninle tokuşturmayı,

senin ağlamanı, seninle ağlamayı,

senin gülmeni, seninle gülmeyi,

olmadık düşlere yelken açmayı özlüyorum.

En az ve en çok iki kişilikken sımsıkı kucaklaşmayı,

ben, “ikimiz” olmayı seviyorum.

İstemiyorum çok sevsen de, “o”nu, “onlar”ı,

çok sevsem de, “üçümüz”, “dördümüz“ olmayı;

okyanus yerine daha sığ sularda kulaç atmayı,

ortak zeminde buluşma uğruna ufkumuzu daraltmayı,

geride kalanı beklemeyi,

önde gidene yetişmek için debelenmeyi.

Korkuyorum; “ya hep beraber – ya da hiç” dayatmasından,

buna kulak asmandan, çaresiz kalmandan,

“hiç” yerine, “hep birlikte”ye razı olmaktan,

bir kaşık suda boğulmaktan.

Ve bekliyorum bir başka sevenden;

bizi özgür bırakmasını,

bir başkasının,

kendisini sevmek zorunda olmadığını anlamasını...

8 Ocak 2010 Cuma

Rüyalar Gerçek Olsa, Senin Ağzını Burnunu Dağıtmış Olurdum.

met-üst.



Bir ay 30 gün, bu 30 günün 20 günü işe gidip geliyorum. İşe gidiş ve dönüşlerimde bir gün içerisinde 4 kez otobüse, 2 kez de kadirbüse biniyorum. Aylık akbile her ay 110,00 TL ödüyorum. Karşılığında 160 kontör satın almış oluyorum.

Her gün 6 vesait kullanmama rağmen günlük 8 kontör harcıyorum. Çünkü kadirbüs İstanbul'daki tüm toplu taşıma araçlarının aksine 1 yerine 2 kontör karşılığında kullanabildiğimiz özel bir araç.

Şimdi ayda, 20 gün x 8 kontör = 160 kontör harcıyorum işe gelip giderken.

Yani kontörümüz ne eksik ne fazla, tam. Tabi hafta sonları dışarı çıkmazsam, hafta içi yolumu değiştirmez ya da iş için dahi olsa bir yere gidip gelmezsem.

Gel de asosyal olma anasını satayım.

Eskiden bir yere giderken en azından yol parası derdim yok, arkadaşlar karnımı doyurur, içeceğimi içirir diyordum. Şimdi bir de o derdim var. Fakirim ben ühü.

Bu hesaplarla çıktım dün iş yerinden.

Sonra gece rüyamda Zincirlikuyu kadirbüs durağının Anadolu yakasına giden tarafında gördüm kendimi. Yine sıkış tıkış bir halde kadirbüs beklerken, ufuktan protestocu bir grup göründü. Son zamları ve aylık akbillerin indirilen kontör sayısını protesto ediyorlardı.

Durakta bekleyen onca kalabalık içinde sadece ben destek çıktım onlara. Alkışlayıp, bağırıyorum falan. Dikkat çektim tabi ister istemez polisler taktı kafayı bana protestocuları bırakıp benden tarafta toplandılar. Hatta polisin birinin bakışları hala gözümün önünde yahu.. Elindeki copu diğer elinin avucuna vurup o delici bakışlarıyla dövüyordu beni, korkunçtu.

Sonra kendimi son derece pis, saçma sapan bir birahanede, polisten saklanıp, saçı sakalı birbirine karışmış ayyaşların arasında bira içerken gördüm. Hatta birayı da o adamlardan birisi yapıyordu. Niye öyle bir yerde saklanıyorsam polisten. Bir yandan polis gelecek diye korkarken, bir yandan da biramı yudumluyordum ki hiperaktif kedim Zekai kafamda zıplayıp, saçlarımı çekiştirince uyandım.

Sanırım maaş azlığı ve hayat pahalılığının örttürmediği kıçın açıkta kalması böyle rüyalara sebebiyet veriyor.

Kadirimin gözlerinden öpüyorum.

160 kere.
mucuk

7 Ocak 2010 Perşembe

"Bugün kederliyim, beterim bugün
Sesime ses değse çığlık oluyor."

Başka bir şehirdeydim. Onur Akın söylüyordu; Asi ve Mavi.

"Ama gel gör ki kötüyüm bugün
Sesime ses değse çığlık oluyor "

Sarhoştum biraz. Halının üzerine uzanmış eşlik ediyordum ben de O'na.

Çok acıyordu içim. Çok.

Sesime ses değse çığlık oluyordu.

Ölüm, geliyorum diyordu.

Geldi de.

Çok sevdiğim birini aldı.

Gitti sonra.

Gel gör ki; kötüyüm hala.




ve müzik...



Hafta başında bir arkadaşım Yeni Türkü konserine gidelim dedi. Bu ay bize uyan bir konser yok ama ben yine de o gün bugündür Yeni Türkü şarkıları söylüyorum. Heyecandan mıdır? Mutluluktan mıdır nedir? Bu sabah evden Maskeli Balo'yu söyleyerek çıktım. Otobüste de söylemeye devam ettiğimi yanına oturduğum kadının bakışları sayesinde farkettim.

"yaktım gemilerimi dönüş yok artık geri/ tak etti canıma bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri"

"Haydi abla beraber söyleyelim" demek geldi içimden.

***

Hali hazırda bulunan müzik çalarımı bir sinir anında parçalara ayırdığımdan ve paraya kıyıp yeni bir tane almadığımdan, bu katlettiğim üçüncü müzik çalar olduğundan abimden de isteyemediğimden ötürü müziksizim. Okuduğum kitaplardan birşey anlamıyorum. Çünkü ister istemez kulağım etraftaki seslere, tartışan sevgililere, geyik muhabbeti yapan arkadaşlara, çimento siparişi veren mütahite takılıyor. Müzik ve kitaplarla geçiş yaptığım o başka dünyanın kapısının önünde kalıveriyorum.

***

Şebnem Ferah, Yalnız şarkısına klip çekmiş. Şebnemciğim gün geçtikçe güzelleşiyor mu? Yoksa gün geçtikçe benim hayranlığım biraz daha artıyor da bana mı öyle geliyor? Bilemedim.

***

Bir siyasi partinin piknik organizasyonlarından birinde (dayım zorla götürürdü) elime mikrofonu alıp bir sürü insana "Gesi Bağları" türküsünü söylemişliğim var benim. Hala inanamıyorum kendime.

***

Yılın son günü öğleden sonrayı iki muhteşem insanla geçirdim. Akşam içinde ısrar ettiler ama ben o kadar insana karışacak kıvamda değilim hala. Sonra Baykuş'umun, en iyi arkadaşlarımdan birinin ve Ayça'nın neşeli sesini duymak iyi geldi.

Sonra evde uyuşuk bir halde televizyon kanalları arasında dolaşırken Ntv'de Ümit Besen'i gördüm. "Nikah Masası"nı söyledi Işın Karaca'yla birlikte. Işın Karaca'nın susup Ümit Besen'in söylediği anlarda içimi mutluluk dalgaları kapladı. Yılın son günü daha iyi olamazdı herhalde dedim kendi kendime.

***

Nargilemin marpucu da/ gümüştendir gümüşten
Beş değil on beş yıl olsa/ ben vazgeçmem bu işten

***

Müzik, ruhumun gıdası.

5 Ocak 2010 Salı

Dans etmeye ihtiyacım var*


Çok sıkılıyorum. Sıkıntıdan ölebilirim. Sıkıntıdan ölen ilk insan olabilirim. pöf.



*Aslı şarkısıdır.

4 Ocak 2010 Pazartesi

"duygularıma esir oluyorum seni görünce
insan bin kere mi yanıyor bir kere sevince"

Onları sevmeye başlamam tam olarak hangi zamana rast gelir bilemiyorum. Ama sevdim.

Mesela "Gördüğüme Sevindim" şarkısını az mı mırıldandık bizim kızlarla, mum ışığında dertli dertli oturduğumuz akşamlarda. Ya da ben... Ansızın karşıma çıktığı günlerde ne kadar acısa da canım. "Gördüğüme sevindim."

Kim korkar hain aşktan? -Ben.

Ah "Ellerimde Çiçekler" ve tabi ki "Sensiz Olmaz" sonra "Ağlıyor İstanbul, ağlıyor kalbim."

Unutmadan... "penceremin perdesini havalandıran rüzgar/bana esmeyi anlat/esip geçmeyi anlat"

Grup Gündoğarken'i hep sevdim. Ama Gündoğarken 99 albümünün yeri ayrıdır. Adapazarı'na giderken harçlıklardan artırıp almıştık Emel'le... Çok severek dinlemiştik. Ama İstanbul'a dönerken taşınma sırasında sanırım kaybettik kasedi. Çok üzülmüştüm.

Cumartesi günü doğum günümdü. Can dostum, canım dostum bana "Gündoğarken 99" kasedini hediye etti. "Artık dinlemen zor olacak ama çok üzülmüştün kaset kaybolunca anı olur dedim" dedi. İyi de demiş. Çok sevindim.


1 Ocak 2010 Cuma

Tanıştırayım;

İlk kedimiz sarı - beyaz uzun tüylü, güzeller güzeli Saraylı'mızdı. Doğru dürüst fotoğrafı yok maalesef. İsmini kendisi seçti o da diğerleri gibi. Hiç bir yemeği beğenmediği için annem O'na saraydan gelmiş herhalde bu derdi. Aslında tam da aksine bir çöp konteynerinin içinde bulmuş kardeşim O'nu. Çöpte bulunan bir Saraylı'ydı. 

Hatırlarsın belki Oya-Bora ikilisinin bir şarkısı vardı Saraylı diye. 
2006 yılında aramızdan ayrıldı. Kalktı gitti Saraylı. Dikiz aynası kalaylı. 



Şeker Hanım Saraylı'nın üzerine kuma geldi. Ama çok sevdiler birbirlerini. Şeker'in varlığı O'nu hiç rahatsız etmedi. Şeker Hanım'ı evimizin yakınındaki boş bir arazide
ölmek üzereyken buldum. Kardeşleri ile beraber bir kutuya konuşmuş ve atılmıştı. Diğerleri ölmüştü fakat O hala nefes alıyordu.  O günden sonra 10 sene daha yanımızda, koynumuzda nefes aldı sonra 27 Ekim 2009 da son nefesini verip bizi koyup gitti. 

Şeker bizim prensesimizdi. O'nun bir önceki hayatında bir prenses olduğuna ve daha sonra dünyaya bir kedi olarak geldiğine inandık her zaman. Hali, hareketi, yürüyüşü, duruşu tam bir prensesti. 



2005 yılının Haziran ayında yorgun, argın ve bitkin olarak eve döndüm. Annem kapıyı açar açmaz komşunun bahçesine çocukların bir kedi attığını ve kedinin de ağlayıp durduğunu söyledi. Hemen bahçeye gittim ve kocaman mavi gözleriyle suratıma bakıp miyavlayan bu sarı yaratığa aşık oldum. Mavi gözler zamanla renk değiştirdi ama O'na olan aşkım hep aynı kaldı. 

Sadece ben değil elbette. Pıncır çok ayrı ve özel bir kedidir. Tam bir baş belası ve aynı zamanda munis bir kedidir. Bir bakarsınız gözlerine bir canavar görürsünüz. Bir bakarsınız yaramaz bir çocuk. Bir bakarsınız sevgi dolu bir kedi.

Evimizin fertleri dışında akrabalarımızın da favorisidir Pıncır. Herkes O'nu çok sever. 

Every body love's Pıncır. :)


Pıncır ve Şeker Hanım'ın meyvesi Fındık nam-ı diğer; Dilber. Fındık da ismini kendi seçen kedilerden. Daha minicikken köyden gelen fındık poşetlerini bulur ve fındık çalardı içinden. Sonra tıkır tıkır oynar, kaybeder ve yeniden çalardı. Çok severdi fındıkları biz de O'na Fındık dedik. Dilber ise sonuna kadar hakettiği lakabı. Alımı, cakası, muhteşem güzelliği ve her daim herkese mesafeli duruşu ve ayrıca boyalı dudakları ve burnundaki beni ile tam bir Dilber O. :) 


Fındık'ın karındaşı E.T. 
O kadar çirkindi ki minicikken o yüzden O'na E.T. adını verdim. Sonra büyüyüp güzelleşince utandırsa da beni huyu suyuyla bir uzaylı olduğunu kanıtladı geçen yıllar içinde. Yani O da ismini sonuna kadar hakedenlerden. O bizim en geveze kedimiz. İstediğini yaptırana konuşur, size cevap verir, gecenin bir yarısı mutlaka uyandırır dışarı çıkmak ister. Evin en garip yerlerinde ve garip şekillerde yatmaya bayılır. 

Çok uzun yapılı bir kedi olduğu için kendisine "Uzun" diye sesleniyoruz bazen. Bazen sol gözünün üstünde bir kaş gibi duran ve O'na acıların çocuğu izlenimi veren çizgisi yüzünden "Tek kaş" ya da "Acıların Çocuğu" dediğimiz de oluyor. Zaten Pıncır hayatını zindan ettiği için "acıların çocuğu" lakabı da kendisine pek uyuyor. 




Sonra bir de Zekai var. (Tek başına bir fotoğrafını sonra ekleyeceğim iş yerindeki bilgisayar da yokmuş.) O'na bizim diyemiyorum çünkü o tam bir sokak kedisi.  Evle tek alakası yemek. Laf dinlemez, yaramaz, kımıl zararlısı bir yaratık. Üstüne üstlük bir de çirkin. :)

Yine de çok seviyorum O'nu. Hatta şu sıralar beni en çok güldüren Zekai. Ne isim koyalım diye aranıp dururken, bir isim yakıştıramayıp sıkılınca "aman Zekai olsun hehehe" şeklindeki espiri sayesinde takıldı dilimize Zekai ismi. Bir kaç gün sonra babam da "Zekai" diye seslenince tamam dedik istesek de değilmez artık bu isim. Çok yakışıyor ona ama. Garip bir kedinin ismi de garip olmalı. Şimdi O'na "Pırtık, Tontiş" falan deseydik Üzerinde garip duracaktı. 

Mahallenin iflah olmaz, çakır gözlü, sümüklü, cebinde sapanıyla dolaşan baş belası veletleri vardır ya hani. Heh ! Zekai o işte. :)


Hepsinden bahsedersem hiç susamam. Aslında hayatımın ilk kedisi simsiyah ve yemyeşil gözlü bir kediydi. Adı da Ceyar'dı. Sonra o gitti başka bir siyah kedi geldi. Ondan sonra bir başkası siyah kediler bizi uzunca bir süre yalnız bırakmadı. Ve siyah kediler hep Ceyar'dı. 

Sonra evim ile babaannemin evi arasında gidip gelirken, mahalledeki iş yerime giderken yollarda beni hiç yalnız bırakmayan, geceleri babaannemin evinin önünde beni bekleyen kediler vardı.

Yani hep vardılar, hep olacaklar. 


(Ve ben bu muhteşem sevgiyi anneme borçluyum. Çünkü o öğretti bana bir kediyi, bir kuşu, bir ağacı sevmeyi. 
Teşekkür ederim annem. Petetem. :) )