30 Haziran 2009 Salı

Hasta ve Yastayım


Neredeyse bütün kışı hasta geçirmem yetmediği için, yazın ortasında salya sümük çok fena hastayım. Sevgili bünyeme etmediğim küfür kalmadı. Bu nasıl bir bağışıklık sitemidir ki bağışamadı bir türlü.

Birine bağışlayıp kurtulmak istiyorum bu bağışmayan bağışıklık sitemimden.

Bıktım vallahi bıktım. :)

Zaten Maykıl Ceksın'da öldü. Dünya bir boş görünüyor gözüme.


Resim Ekle

25 Haziran 2009 Perşembe

Neden Acaba?


Elif Şafak'ın okuduğum altıncı kitabı Mahrem.

Kitap hakkında yorum yapmayacağım. Eleştirisel birşeyler yazmayacağım. Kitabı anlatmayacağım ki anlatmak konusunda başarısızımdır. Zaten kafamı toplayamadığım için pek hikayenin içine girebilmiş olayı pek anlamış da değilim. Hem bunları yapmak bana mı kalmış?

Bu kitapla farkettiğim şeyi yazacağım. Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama okuduğum Elif Şafak romanlarında hep kilo problemi olan kadınlar var. Baba ve Piç'te Banu teyze ve Ermeni ailenin eski Türk ailenin yeni gelini Amerika'lı kadın, Araf'ta şimdi adını hatırlayamadığım bulimik kız, Mahrem zaten bir buçukluk "şişko"nun gözünden görmek, görülmek, görülmemek mevzusu. Henüz okumadığım romanlarında da aynı şeyler var mı bilemiyorum ama onları da okuyacağım.

Aslında sadece Elif Şafak romanlarında değil her yerde var bu kilo problemli kadınlar. Örneğin en tanıdık olanı aynadaki.


23 Haziran 2009 Salı

Delireyazdım.





Sabah yine binbir zorlukla kalktım yataktan. Yazın daha bir bezgin oluyorum niyeyse. On dakikalık yolu yirmi dakika da yürüyüp, otobüs durağına varır varmaz oturacak bir yer kestirdim gözüme. 50 yaşlarında 150 kilo ağırlığında hırıltılar çırarak yürüyen ve bulduğu yere kendini "pat" diye bırakıveren, çirkin bir kadın gibi hissediyorum kendimi.



Otobüs yine dolum kapasitesini zorlar biçimde geldi. Arkası gelmeyen arkaya ilerlemelerin akıntısına kaptırdım kendimi. Otobüsün en sonunda oturacak bir yer buldum. Şanslıydım, zaten şansım böyle saçma yerlerde yanımdadır. Kitabımı okumaya başladım. Aslında bu kitabı okumaya dün başladım. Ama yine odaklanamadığım için dün okuduğum sayfalar fluydu.



Vira Bismillah diyerek yeniden başladım. "Rüyamda bir uçan balon görüyorudum. Rengini seçemiyordum ama gökyüzü gıpgri, bulutlar bembeyaz, güneş de sapsarı olduğuna göre, gıpgri, bembeyaz ya da sapsarı dışında bir renk olmalıydı muhakkak." diye başlıyor kitap. Hiç anımsamıyorum böyle olduğunu. Eskiden olsa unutmazdım.



Hava sıpsıcak, otobüs dopdolu, trafik sıpsıkışık. (Sonuncusu pek olmadı galiba. Neyse...) Gitmeyen bir otobüste yolculuk olmayacağı için inip yürümeye başladım. Aslında indiğimde varacağım noktaya yakın bir yerde olduğumu zannederek indim. Değilmişim. İnsan yıllardır gittiği yolun neresinde olduğunu bilmez mi? Otobüsle kat ettiğim yol kadar yürüdüm. Elimde kitabım, parmağım kaldığım sayfada. Minübüsteki şişman kendini anlatıyor. Otursam hikaye olacaktı ilerleyen.



Uzun uzun yolları katettikten sonra yüzyılın projesinin durağındaydım nihayet. Ve uzun uzun bekledikten sonra tanımadığım insanlarla hayli samimi olarak, bunalarak, boğularak, delireyazarak ve bayılmamak için kendimi zor tutarak, o otobüsten inip bir diğerine iltica ederek. Uzun yollar, üç vesait hayli yorgunlukla iş yerine vardım.



Kitap minübüsteki şişman kadının hikayesinde kaldı. Aklımdan "acaba her büyük şehirde de aynı çile hergün ve yıllardır yaşanmakta mıdır?" diye geçti. Parası bizim ceplerimizden çıkmış olan 150 metrobüsten acaba bugün kaçtanesi yoldadır diye düşündüm. Ağaçların altında uyuyan kediyi görüp "hayatlarımızı takas edelim mi len? hadi n'oooolurr n'oolur" diyesim geldi. Çalışmak için çektiğim bu kadar eziyetten sonra bile cebimde 5 kuruş olmaması canımı sıktı. Bir gün bir gaspçı param olmadığı için öldürecek beni diye korktum. Parayı biz mi yiyoruz, yoksa para mı bizi yiyor? Son zamanlarda çok takılıyor bu soru aklıma. Bu akşam spor çantamı hazırlayıp bir süreliğine avrupa yakasında yaşayan candostum'a yerleşmeye karar verdim. Evden uzak olmayı sevmiyorum. Dinlenemiyorum.



Bu sabah resmen delireyazdım. Daha bir sürü saçma şey geldi aklıma. Hayattan, İstanbul'dan, kendimden, işimden(ondan zaten nefret ediyorum ama bu sabah iki katına çıktı.), herşeyden nefret ettim. Zaten yorgunum, bezginim. Herkes aynı, herkesin yüzünde aynı bezgin ifade var. Meclis gibi tüm ülke üç ay tatil olsa. Anca kendimize geliriz.

Yoksa delireyazmakla kalmaz deliririz. En azından ben deliririm söyleyim şimdiden. :)

19 Haziran 2009 Cuma

Mutlu Olmak İçin Bir Neden


Film izlemek, evde olsun sinemada olsun pek sevdiğim birşey değildir. Özellikle sinemada daralırım, yerinden kalkamazsın, arada başka şeylerle ilgilenemezsin, geyik yapamazsın vs. vs. Bu nedenle engin sinema bilgim falan yoktur. Canım sıkıldı bir film açıp izleyeyim gibi alışkanlıklarım da yok çok şükür. Zaten hafıza denen şey bende olmadığı için genelde izler hemen ardından unuturum. İzlediğim filmlerin hepsi kardeşim sayesindedir. Kola cips ikilisiyle kandırır kendisine eşlik etmemi sağlar.
Ama tabi sinema sanatının sevdiğim ve özellikle izlemeye çalıştığım bir dalı da var. O da animasyon filmler.
Ice Age ise en sevdiklerimin başında geliyor. Dün akşam Mecidiyeköy'de otobüs duraklarındaki reklam panolarında Ice Age 3'ün Temmuz ayında sinemalarda olacağını görünce, dünya daha bir güzel geldi gözüme. Kocaman gülümsedim kendi kendime.
Vizyona girse de gitsek. :)

17 Haziran 2009 Çarşamba

Masal Kahramanı Olsam


Çocukluğumdan beri her ne kadar masallarla aram iyi olmasa da büyüdükçe bir masal kahramanı olmayı istiyorum.

Masal olsun herşey ve mutlu bitsin bitecekse.

Mesela Külkedisi'nin sihirli değnekli perisi gibi bir peri olabilirim. Bakmayın rolü kısadır ama Külkedisi'nin hikayesinde en etkili yere sahiptir. O olmasa nasıl buluşurdu prens ile Külkedisi. Buluşamazlardı. Kızcağız bulaşık çamaşır derken çürür giderdi. Hoş sevdiği kadını ayak numarasından tanıyan erkekle ne kadar mutlu olmuştur orası tartışılır.

Her neyse. Benim şu sıralar peri olasım var. Bir peri olup sihirli değneğimle mutlu etmek istediğim bir kedi, iki kadın var. Çünkü zaman denen işkenceden geçmeyince iyileşmeyecek yaraları var bu bir kediyle iki kadının. Oysa sihirli bir değnek olsa, tek dokunuşla balkabağından arabayla istedikleri mutluluklara gönderirdim onları.

Yapamam.
Ama...

Narin omuzlarına yüklenen dertler geceleri uyutmadığı için, gündüzleri kahveyle ayılmaya çalışan can dostumun,





Bir Cumartesi akşam üzeri tek başına şarap içip, dertlerinden sarhoş olan kadının,




On sene önce minicik patileriyle hayata tutunmayı başarıp gözbebeğim olan güzel kedinin, hep aklımda olduklarını bilmelerini isterim...






İşte böyle...








Resimler: Toygun Orbay
Rosina Wachtmeister

16 Haziran 2009 Salı

Sabır



Renklerden gökyüzü aydınlığının hemen yanı başında duran ruh karanlığı çökmüş durumda omuzlarıma. Hani bıraksalar kaybolacağım o karanlıkta. Bir bıraksalar... Bırakmıyorlar işte.

Oysa benim kaybolasım var.

Bugün ne şarkılar güzel geldi kulağıma ne de sessizliği çekebildi kulaklarım.

Niyedir bu sürekli "mış" gibi yapma ihtiyacı. İyiy"miş", mutlu"muş", hoş"muş", memnun"muş" gibi davranma mecburiyeti nerden geliyor. Mevlana'nın tek bildiğimiz sözü demez mi ki "ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol." Kolaysa ol. Hadi olda göreyim.

Şimdi yola çıkacağım, en az bir buçuk saat yolda geçecek. Okuyacak kitap da yok elimde. Sıkılacağım, bunalacağım, daralacağım, hayatıma küfredeceğim... Zaten hava sıcak. Hiç sevmiyorum yaz mevsimini. Yazın iki kat fazla sevmiyorum İstanbul'u.

Bıktım... Başkaları için uğraşmaktan.

Sinirliyim... Henüz nedenini bulamadım ama sanırım yorgunluktan.

Sabır... Ya sabır...

15 Haziran 2009 Pazartesi

Ösym Gözümü Ye!


Bilindiği üzere dün Türkiye gençliğinin hayatındaki en önemli günlerden birisiydi. Stres, korku, kaygı, sıkıntı ne kadar kötü his varsa hepsi Cumartesi gecesinden başlayarak şiddetli karın ağrılarına dönüştü.

Bu muhteşem duyguları yaşayanlardan birisi de benim kardeşimdi. Sınava girerken yanında ben vardım. Endişeli aile rolüydü bu seferki rolüm. O kadar kötü oldu ki O'nu ilk kez böyle gördüm diyebilirim. Gözlerim doldu haline. Çocukcağız on yaş yaşlandı gözümün önünde.

Her ne kadar bütün sene dershaneyi, okulu asıp günlerini ve gecelerini çoğunlukla bilgisayar başında geçirse de sınavı kazanabileceği umudu var galiba. O umut bende de var. Çok garip birşeydi o okuldan içeri girerken içimden niyeyse ağlamak geldi. Ortam psikolojisi herhalde.

Neyse bizim tekne kazıntısını sınava yollayınca önümdeki üç saati değerlendirmek için önceki gün okulu bulmak için gittiğimizde gördüğümüz, yavrularıyla çimenlik bir yere atılan kara kızın yanına gittim. Sabah çıkarken bizimkilerin mamasından almıştım yanıma hala ordaysa onu veririm umuduyla gittim. Oradaydı.

Oturdum, hemen kucağıma atladı. Biraz sevdik birbirimizi sonra kap almayı unuttuğum için biraz su içirdim avucumdan. Çok susamış. Suyunu içince hemen yavrularının yanına döndü. Bende yanlarında oturup iki senedir başlayıp başlayıp bir türlü okumayı beceremediğim kitabımı okumaya çalıştım. Tabi yine okuyamadım.
Ama umutluyum bir gün okuyacağım Murat Uyurkulak'ın Har kitabını.

Arada kediciğe su koymak için kap arama dışında yerimden kalkmadığım için çok kısmi şekilde bronzlaştım. Amele yanığı olarak tabir ediren şahane yanıklarım oldu. Ensem çok acıyor. :)

Sınavın bitişine yakın kediciğe bulduğum eti puf kaplarıyla su ve bolca mama bırakıp vedalaştım. Onları ordan alıp eve götürmeyi çok isterdim ama mümkün değildi. Aklım hep onda.

Okul kapısının önünde endişeli kalabalığa karıştım bu kez kimseyle muhabbet etmek gelmedi içimden. Aileler çocuklardan daha endişeliydi daha sıkıntılı. Tam zoraki sokulduğum bir muhabbetten kaçmaya çalışırken kardeşim sınavdan çıktı. O an gözüme pek sevimli göründü. İlk cümlesi "keşke daha fazla önem verseydim çalışmaya" oldu. Hayatının keşkelerini sıralamaya başladı. Bu kafayla devam ederse daha çok keşkesi olacak.

Benimde içimden bir keşke geçiyor. Keşke world of warcraft bölümü olsa da kardeşim üniversiteli olsa. :)

düşündüm

taşındım.